Türkçede anlam zenginliği taşıyan kelimelerin başında “yüz” gelir.
Sima, çehre, surata yüz deriz, 99’dan sonra gelen sayıya yüz deriz, bir eşyanın üzerine geçirilen kılıfa yüz deriz, yan veya tarafa yüz deriz, bir yapının dışa bakan bölümlerine yüz deriz, utanma yerine yüz deriz, nedeniyle, sebebiyle demekte zorlanınca yüz deriz.
Yüz’lü birleşik kelimelerimizi, deyim, atasözü ve birleşik fiilleri yazmaya kalksam, 2-3 sayfalık alana ihtiyaç duyulur.
Bu yazıdaki yüz, 99’dan sonra gelen 100 olacaktır.
Karaman’da Uyanış gazetesi için kaleme aldığım köşe yazılarımın yüzüncüsünü bugün yazıyorum. Sürekliliği olmadığı için köşe yazılarımın ulaştığı rakama “dalya” kelimesini özellikle kullanmadım.
Üniversitede ekonomi okudum. Bilinçli tercih ettiğim branştı. Ders çeşitliliği, konu içerikleri benim gibi, bir alana yoğunlaşamayan öğrenciler için iyi bir seçenekti.
Sosyoloji okumak istiyordum. Ama ya Boğaziçi ya Hacettepe, başka okul değil. Puanım yetmedi. Ticaret Lisesi mezunları alınmadığı için fark derslerini vererek lise diploması aldığım halde, bu okullara gidemedim.
Öğrenciliğim döneminde ya sinema ya basın iş kolunda çalışmayı hedefledim.
Okumalarım, kitap seçimlerim bu hedefimi gerçekleştirmeye yönelikti. Üniversiteyi bitireceğim yıl duam, “Allahım, okuyarak para kazanacağım bir iş nasip et” oldu.
Duam kabul oldu, okuyarak para kazandım. Muhabirlik yerine daha çok editörlük ve yöneticilik yaptım. Yani, hep okumaya ilişkin görevler.
Emeklilik planlamamda bile rahat okuma düşüncem ilk sırada yer aldı. Evimi ve kitaplığımı gün boyu, sıkılmadan okuyabileceğim şekilde düzenledim.
Allah kısmet etti, vaktimin çoğunu okuyarak geçirme imkanına kavuştum. Tatil mekanlarımı ve yazlığımı beni okumaktan alıkoymayacak yerlerden seçtim.
Yazma eylemi aklımda yoktu. Mesleğim gereği gittiğim ülkelerde, şehirlerde, dağ, bayır, nereye adım atmışsam not tuttum, fotoğraf çektim. Yazmaktan hiç uzak kalmadım.
Okuduğum kitapların bile büyük bölümünü defter, bloknot ne varsa ona yazan, elimin altında hiç bir şey yoksa kitabın arkasına not düşen biriydim.
HEM OKUMAK HEM YAZMAK
Emekliliğimi ilk paylaştığım dostum eski Bakanlarımızdan Ömer Dinçer oldu. “Artık yazarsın” dedi. Bir süre sonra “Artık yazmalısın” dedi.
Sevgili Ahmet Cici, “Uyanış’a yaz. Ne istersen onu yaz” dedi. Bunu hep söyledi.
Meslek arkadaşlarım ve uzun yıllar medya dersleri verdiğim genç gazeteciler, “mutlaka yazmalısın” dediler.
İşsiz kalan ve internet gazeteciliği yapan arkadaşlarım yazı istediler. Günlük ulusal bir gazetenin yayın yönetmeni olan arkadaşım yazı yazmamı talep etti.
Beni tanıyan ve okuma tutkumu bilen eşim, dostum yazmam gerektiğini her fırsatta söylediler.
Yanıtım hep aynıydı:
“Ben bir okuyucuyum. Okunacak o kadar güzel ve o kadar çeşitte kitap var ki, hangi ara yazıyım.”
Ya da:
“Okumak keyfini asla yazmaya feda etmem. Yazmak zaman alıcı bir eylem. Emek isteyen bir eylem.”
Bu yanıtlar yazmaktan kaçınmanın mazeretleri değildi. Duygularımdı, inancımdı.
Yazma disiplin gerektirir. Vitrine çıkaracağınız her kelime sizin özünüzdür, yüreğinizdendir. Disiplinli olmak istemiyordum. Titizlenmek istemiyordum. Yazının zamanımı almasını hiç istemiyordum.
Yazım kurallarını bilmeyen, cümle kuramayan, fikrini ifadeye kelimeleri kifayetsiz kalan, ne dediği anlaşılmayan, methiyeler düzen, küfürler eden, kasıtlı yanlış yazan, eksik aktaran, gündemi, günceli bilmeyen vb. “hasarlar”ın birini veya bir çoğunu taşıyan yeteneksizlerin, yetersizlerin çevremizi kuşattığı bir dönemde yazmaya da elim gitmiyordu.
UYANIŞ’A MERHABA
Uyanış’ta ilk yazım, çocukluk arkadaşım Hüseyin Avni Yılmaz’ın ölümü üzerine oldu.
Uzun bir aradan sonra rahmetli Tayyar Yıldız’ın hastanede yoğun bakımdan çıkamadığı günlerde “Pamuk Prensesi İlk Kim Öptü” başlıklı ve bir kaç gün sonra da “Tayyar Yıldız’ın Ölümü” yazılarını gönderdim.
Sami Mangırcı’nın vefatı üzerine kaleme aldığım “Sami Abi” başlıklı yazımdan sonra bir çok arkadaşım aradı.
Sağolsunlar, yazılarımı severek okuduklarını söylediler. Okuma tutkusu bana benzeyen oğlum, “Baba, sana blog açalım. Orada güzel işler yaparsın” dedi.
Dostum Şerafettin Güç, her görüşmemizde, yazmam için bastırdı. Beni tembellikle itham etti.
Düzenli olmasa da Uyanış’ta bir süredir yazıyorum.
Daha çok kalbe dokunan konular, tanıdığım güzel insanlar, okuduğum kitaplar, gezdiğim yerler derken, uzakta olduğum halde Karaman’a ilişkin yazılar yazmaya başladım.
Duygularını ifade eden okuyucular oldu. Bu nazik ve övgü dolu eleştiriler, yazma isteğimi tetikledi. Saygı duyduğum insanların beğenilerini bildirmelerinden gurur duydum.
Okuyucu yorumlarından birinden bir parçacık paylaşmak isterim.
“Sevgili Ahmet
Jale Yalçıntaş’la ilgili Karaman gazetesinde çıkan yazını okudum. Çok duygulandım.
Jale benim Ankara Ticaret Lisesinden arkadaşım. Bir insan bu kadar güzel anlatılabilir.
Önce yazında ifade şeklin, kıvraklığın çok dikkatimi çekti.
Umarım sadece gazete sayfaları ile yetinmiyorsundur.”
Nezaketine bir kez daha tanık olduğum Saray Holding A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Sami Özdağ’ın uzunca yazısından bir parça:
“Değerli dostlar, güzel insanlar her ne kadar fiziki değişikliğe uğrasalar da unutulmazlar. Siz de benim için değerli bir dost, güzel bir insansınız.
Ayrıca şahsım ve firmamız ve sizin de dediğiniz gibi Cömert Şehir Karaman’ımız hakkındaki çok değerli, nazik duygu ve düşünceleriniz için çok teşekkür ediyorum.
Bu sizin kendi kalbi güzelliğinizi, her şeye güzel gözle bakmakta olduğunuzu ve Karaman sevdalısı olmanızın erdemini yansıtmakta.”
100’ncü yazımı daha keyifli ve daha titiz yazıyorum. Yukarıda kısacık da olsa paylaştığım övgüler herkes için ağır yüktür.
NİCE YÜZLERE YENİ YÜZLERE
Allah mahcup etmesin. Doğrudan, hakikatten ve hakkaniyetten sapmadan görüşlerimi sizlerle paylaşmaya devam etmek niyetindeyim. Ara sıra yazmama hakkımı kullanmak koşuluyla.
Bugünkü yazımın başlığı “Bu Şehrin Eksiği Bilgi” idi.
Yazıma başladığım sırada Şerafettin Güç, telefonda sordu:
“Leylek Operasyonu yazını okudum. Bu kaçıncı yazındı, biliyor musun?” dedi.
Bilmiyordum. Devam etti:
“99. yazın oldu. Şimdi yazacağın yazı 100’ncü olacak.”
Yazacağım yazıda 100’lü bir anım da vardı. Tevafuk mudur, tesadüf müdür, 100’ncü yazım, söylentilerin, dedikodunun geldiği noktaya işaret etmek üzere, 100’lü bir trajikomik olaydı.
Artık yarına kaldı.
Yazmanın en keyifli yanı, sevdiğiniz insanlarla yeniden bağ kurmakmış. Onların iltifatı ve yüreklendirmeleri imiş.
İnşallah nice yüzlere, yeni yüzlerle devam ederiz.
ŞEHİT CENAZESİ Mİ VAR?
Hürriyet Gazetesi’nde uzun yıllar birlikte çalıştığım, Kırıkkale’de 50 yıla yakın muhabirlik yapan basın emekçisi arkadaşım Erhan Gögem vefat etti.
Rahatsızlanıp hastaneye giderken bile fotoğraf makinesini yanına almış. Ailesi cenazesiyle birlikte makine çantasını da eve getirmiş. Nasıl bir tutku. İşinden hoşnutsuzluk duyanların yüzlerine çarpmak lazım, bu can dostumun meslek sevgisini.
Kırıkkale’deki cenazesine katıldım. Demirören Medya’nın benim için evime kadar gönderdiği araçla cenaze törenine gittim.
Yağışlı bir gündü. Kırıkkale Nur Camisi’ndeki cemaatin kalabalığı, sevilen bir insana son görevini yapan vefalı insanların asla tükenmeyeceğinin kanıtıydı.
Bir kadın cami girişinde, yanımdaki genç gazeteciye, “Şehit mi var, bu ne kalabalık böyle” diye sordu.
Arkadaş, “şehit cenazesi değil, gazeteci cenazesi” dedi.
Kadın, “Allah rahmet eylesin. Bu kadar sevilen gazeteci de mi varmış” diyerek, uzaklaştı.
Kırıkkale Valisi’nden milletvekillerine, spor kulüplerinin yöneticilerinden Kırıkkale Üniversitesi hocalarına, sendikacılardan işçilere kadar ne çok insan geldi.
Hele çelenkler, her kesimden, yüzlerce insandan. Sadettin Saran’dan bile çelenk vardı.
Kırıkkale ve yakın illerdeki meslektaşlarımla ve mesleğe başlamalarına vesile olduğum çok sayıda gazeteciyle cenazede karşılaştım.
Rekabet, insanlığa engel değilmiş, bunu gördüm.
Rahmetli Erhan’ın heyecanına ve hızına kimseler yetişemezdi. Habercilikte herkesi atlatırdı.
Hiçbir siyasinin yanında onlara destek için yer almadı. Herkese eşit mesafede durma prensibinden taviz vermedi.
Birlikte çalıştığı insanları hiç unutmadı. Kimselere darılmadı. “Benim işim haber. Haber insansız olmaz. Ben kimseye küsmem” derdi. Binlerce ilginç habere imza attı. Magazine ve spora özel ilgisi vardı.
Eve misafir odasına düşen uçağı, alev topuna dönen aracı, Makine ve Kimya’nın her fabrika yangınını, her patlamada, rafineride uzun kuyruklar oluşturan araçları, birbirine giren spor fanatiklerini, işçinin hak mücadelesini, çiftçinin mazot çilesini yazdı.
Dışarıdan kimsenin girmesine izin verilmeyen Tüpraş’ın, rafinerinin, MKE’nin ve diğer sosyal tesislerde misafirlerini ağırlaması için kapıların açıldığı insandı.
Allah rahmet eylesin.
Ahlaklı ve karakterli bir insandı.
Ahlaklı ve karakterli her basın emekçisine böyle sevgi nasip olsun.
Bu duygu yoğunluğumun üzerine Ankara’ya sabaha kadar lapa lapa kar yağdı.
Yazımı bitirinceye kadar pencereden sık sık kar yağışını seyrettim. ODTÜ ormanlarının beyaz örtüyle sergilediği kış manzarasına doyamadım.
Kar tabiatın dilinde, bereketin eş anlamlısı olmalı diye düşündüm.
Yüz, okuma, yazma, ölüm, iltifat, övgü, duygu, nasip, dostluk, ahlak, erdem, orman, kar, bereket...
Kelimelerin boyuna posuna, ahengine, rengine, güzelliğine bakar mısınız?
Galiba yazmak bu yüzden keyifli.