Türkiye’nin en doğusunda liseyi bitirdi. Üç ayrı kentte, üç ayrı üniversitenin, üç ayrı bölümünde birer yıl okudu.
Dördüncü yıl, Türkiye’nin en batısındaki kentin üniversitesine, farklı bir bölüme kayıt yaptırdı.
İstediği bölümü nihayet bulmuştu. Okurken çalıştı. Yaz tatillerinde farklı kentlerde, her çeşit işi denedi. Yıl kaybetmeden mezun oldu.
Çok zeki ve hiperaktif bir kızdı. Beş erkek ağabeyin ve babanın göz bebeğiydi.
Diplomasını aldığı bölüm, günümüzde iş imkanı az, geçerliliği kalmayan mesleklerdendi.
Değişik işlerde çalıştı. Bir gün ani bir kararla yine ülkenin en doğusundaki ücra bir köye, ücretli öğretmen olarak gitti.
Artık Çalıkuşu olmuştu.
Köyü, okulu, öğrencileri çok sevdi. Onlara bildiklerini anlattı. İletişim becerisi yüksekti. Çocuklarla da iyi iletişim kurdu.
Bir yılbaşı öncesi, sınıfta okudukları kitapta, kestane kelimesi geçti. Kestanenin kabuğu çizilip, sobanın üzerine konuluyor. Bir süre sonra kabuğundan hafifçe yanık kokusu yükselince, maşayla alınarak, bir tabakta toplanıyor. Sonra aile bireyleri kabuğunu soydukları kestaneleri yiyordu.
Bir öğrenci, okuma parçası bitince, “Öğretmenim, ben hiç kestane görmedim” dedi.
Bu söz onu çok şaşırttı.
Ardından diğer öğrencileri de “Biz de kestane görmedik. Resimlerine bakıyoruz ama tadını bilmiyoruz” dediler.
Bu sözlerin etkisi daha ağır oldu, sarsıldı.
Öğrencilerine kestaneyi, yetiştiği yerleri anlattı.
Anlatırken, kendi kendine “Ben bu çocuklarıma mutlaka kestane yedireceğim” sözünü verdi. Bunu yüksek sesle öğrencilerine de söyledi.
Öğretmenin sözü, sınıfta kestane kokusunun hazzını veren sevinç dalgası estirdi.
Okullar kapandı. Hiperaktif kız, o yaz Ankara’ya geldi. Hemen bir iş buldu.
Çalıkuşu gitmiş, kafesi tercih eden papağan gelmişti.
Onunla tanıştığımda işten ayrılma aşamasındaydı ve işi bıraktı.
Okuduğu, gezdiği, yaşadığı şehirleri anlattı. İşsizliğe aldırdığı yoktu. Ev kirasını baba ödüyor, cep harçlığını ağabeyleri veriyordu.
Yukarıdaki kestane öyküsünü de kendisi anlattı.
“Düşünebiliyor musun, çocuklar kestane görmemiş” dedi.
“Peki, sözünü tuttun mu, çocuklara kestane gönderdin mi?” diye sordum. İki yıl olmuş, köyden ayrılalı.
“Hayır, göndermedim. Bir gün kendim gideceğim. Kestaneyi de o zaman götüreceğim. Yüzlerindeki mutluluğu, kestaneyi ellerine aldıkları andaki duygularına tanıklık etmek istiyorum” dedi.
Bu konuşma, kestane mevsiminde ve Eymir Gölü kenarındaki bir kafede, sobanın üstünde pişirilen kestane kokusu içinde geçti.
Duygusaldı, anlatırken gözleri nemlendi. Kestaneleri kargo ile gönderebileceğine yönelik önerimi reddetti.
O, daha sonra Ankara’dan ayrıldı. Eş ve istediği gibi bir iş buldu.
Hayat bize sözümüzü unutturmaz. Eğer biz, sözümüzün eri isek.
Eşiyle, Türkiye’nin en çok kestane üretilen kentine yerleşti.
Yıllar geçti, görüşemedik. Geçenlerde Ankara’ya gelmiş, aradı.
Kızılay’da buluştuk. Tunalı’yı özlemiş. O tarafa gittik. Bir kafede oturmak için yürürken, bir seyyar tezgahtan kestane dumanı burnumuza kadar geldi.
“Ankara’nın kestaneleri güzel olur, haydi biraz alalım” dedi.
Kestaneci paket yaparken, o biraz ezik, “Tüh, kestane tatlısı getirmeyi unuttum. Acele çıktım, böyle oldu, kusura bakma artık “ dedi.
Kestane tatlısı üreten ünlü markaların Ankara’da da satış yerleri açtığını söyledim.
Kafede çay içerken, minik poşetten kestaneleri çıkardı. En irisini seçti, kabuğunu soyarken, sordum:
“Öğrencilerine kestane götürebildin mi?”
İri kestaneyi soymuştu. İkiye böldü, parçanın büyük olanını bana uzattı. Kestaneyi aldığım anda, “12 yıl oldu. Öğrencilerin hepsi 20 yaşını geçmiştir. Doğrusunu istersen, ne kestane aklıma geldi, ne köye yolum düştü” diye hızlı hızlı anlattı.
O konuşurken yüzündeki pişkin ifadeyi yakaladım.
Elimdeki yarım kestaneyi ağzıma götüremedim. Çay tabağının kenarına yavaşça bıraktım.
Söz, adaktır, ahittir.
Veren kişiyi, eğer sözün gereğini yerine getirmişse, insan eder.
Bizi insan kılan, verdiğimiz söze sahip çıkmamızdır.
Ya söz vermeyin, ya verdiğiniz sözü tutun.