“HASAN ÇELİKKOL, SAMİ MANGIRCI, SÜLEYMAN KÜÇÜKER, İBRAHİM BARÇIN, MÜKREMİN İPEK, MEHMET GÜREL, MUAMMER DELİCE, MUHİTTİN TARTAN VE TAYYAR YILDIZ.”
İlk iki isim öğretmenim. Diğerleri okul arkadaşlarımdı.
Hayat, ölüm ve yaşam döngüsü ile devam eder. Ölüm hayatın her anında vardır. Yaşayan her şey ölür ve ölüm her canlıya sadece bir kez gelir.
Ölüm, hayatın çıkarken kapattığımız kapısıdır.
Her ölüm, erken ölümdür.
Babamı, annemi, üç ağabeyimi, çok sevdiğim nice insanları toprağa verdim.
Ölümün hissettirdiği hüznü, acıyı ve duyguyu çok tattım.
Yukarıda isimlerini yazdıklarım, Karaman Ticaret Lisesi’nden yolu geçenler. Bugün aramızda olamayanlar.
Bunlardan Sami Mangırcı, Muhittin Tartan ve Tayyar Yıldız’ın ölümünden sonra duygularımı dile getirdiğim yazılarım bu köşede yayımlandı.
Benim ilk kaybettiğim arkadaşım Süleyman Küçüker oldu.
Eşi Şengül Hanım da okul arkadaşımızdı.
Süleyman’ın hastalanması ile ölümü arasındaki süre öyle az oldu ki...
Süleyman’ın ölüm haberini, İzmir’de olduğum dönemde, Ahmet Çelik’ten aldım.
Ahmet, Süleyman’ı hastalığı boyunca yalnız bırakmadı. Sık sık beni arar, Süleyman ile ilgili bilgi verirdi.
Süleyman Küçüker en güzel arkadaşlarımdan biriydi. Gönüldaşımdı. Tevekkül abidesiydi.
Karaman’a her geldiğimde görmeden Ankara’ya dönmediğim, her buluşmamızda hasretle kucaklaştığımız dostumdu.
Ortak anımın en çok olduğu arkadaşlarımdandı.
İmam Hatip’te başlayan arkadaşlığımız, onun vefatına kadar sürdü.
Sevdiği, aşık olduğu kişiyle evlenme mutluluğunu tadan şanslılardandı.
Yanımızda bir yabancı yoksa ona adıyla seslenmezdim; Tataroğlu derdim.
Süleyman’ın sesi çok güzeldi. Huzur veren bir sese sahipti. Kuran’ı Kerim okuma yarışmalarında derecesi olduğunu hatırlıyorum. Kulağı da iyi olmalı ki, duyduğu bir şarkıyı kusursuz okurdu.
Süleyman’ın ölümüne ilişkin bir yazıya elim hiç gitmedi.
Antalya’da tatil yaptığım, Adana’da hacı karşıladığım, kamyonuyla beni Ankara’dan alıp, Samsun’a sonra da yedi-sekiz şehre götüren, sürücü ve yol öyküleri derleten Süleyman’la geçen güzel günlerimin her ayrıntısı zihnimde.
Böyle olmasına rağmen Süleyman’ı yazamıyorum. Hüseyin Avni Yılmaz’ın ölümünün ardından yazdığım yazıda da Süleyman’ı tek cümleyle geçmiştim.
Ruh halim izin vermiyor. Karaman’a gittiğimde mezar ziyaretlerimden biri Süleyman’ın kabri olur.
Tataroğlu’nu bir gün yazarım inşallah.
İbrahim Barçın’ı Karaman’da tanımayan yoktu.
İmam Hatip’ten sıra arkadaşımdı. Sınıfta her sırada oturmuş, kavga etmediği kimse kalmamıştı.
Hiperaktifti. O yıllarda ne çok şey hoş görülmezdi. Bunların başında yaramazlık vardı. O yıllarda, İmam Hatip’te aktif olmak en büyük kusurdu.
Her zaman nefret ve tiksintiyle hatırladığım, adını yazmanın bile bu yazıyı kirleteceğini düşündüğüm bir öğretmen (!) önce sıkı bir dayak attığı İbrahim’i, “Bununla da kavga edersen seni okuldan atarım” tehdidiyle yanıma oturttu.
İmam Hatip’te dört yıl aynı sırayı paylaştık. Ne tartıştık ne de kavga ettik.
O öğretmen (!) bizi okuldan atmadı ama gördüğümüz zulüm bizi Ticaret Lisesi’ne attı.
İbrahim Barçın’la arkadaşlığımız hiç bitmedi. Evlendikten sonra evine misafir olduğum ilk arkadaşımdır.
Emin Kelebek ve İbrahim Baykara kankasıydı.
Siyasi düşüncemiz, hayat tarzımız, huyumuz farklıydı. Bununla birlikte dostluğumuz hiç bozulmadı.
Ankara GATA’da tedavi gördüğü günlerde işten çıkıp yanına giderdim. Uzun uzun konuşurduk. Konuşurken bile yorulduğu dönemdeydi. Karaman’a döndükten kısa süre sonra vefat etti.
İbrahim Barçın’a da ismiyle seslenmezdim. Yörükoğlu derdim. Yiğit bir arkadaşımdı, gözü karaydı. Hiç kazak ve palto giymeden bu dünyadan ayrıldı. Yanlış anlaşılmasın, yoksulluktan değil, üşümezdi. Belki de üşümediğine inanırdı.
İbrahim’in hikayesi de sırada. İnşaallah, sizlerle paylaşırım.
(Devam Edecek)