O ilçe için ayırdığım sayılı gün tez bitti.
Sahuru yapıp, kaldığım misafirhaneden ayrılırken, kimlerin, ne zaman bıraktığını bilmediğim paketleri beni götürecek otomobile çoktan koymuşlar.
Uğurlamaya gelenlerle kucaklaşıp helalleştik.
Arabanın bagajındaki paketlerden bal, ceviz, peynir, tandır ekmeği ve o bölgenin çeşit çeşit ürünleri çıktı.
Ankara’ya bayram sonrası döndüm.
Uzun tatil, birikmiş işler demektir.
Bu nedenle başta Hocam olmak üzere, tanıştığım insanları gecikmeli aradım.
Herkeslere teşekkür ettim, samimiyetlerini, misafirperverliklerini unutmayacağımı söyledim.
En çok merak ettiğim, Hocamın tayin işiydi.
Hocam, telefonda hızlı hızlı aktardı:
Gitmemi kimse istemedi. İl müftümüz duruma el koydu, kalmam için ısrarcı oldu. Bu kadar ısrar varsa, bunda bir hayır vardır, dedim. Dünya büyük, yaşadığım yer de bu büyüğün parçası. Böyle düşününce rahatladım.
Konuşmasının sonunda, Hocam sanki benim kendisini kınayacağımdan çekinir gibi, ‘’İşte böyle oldu. Beni burada kalmam için ikna ettiler. Hem eşyamı taşıyacak nakliye parası bile altından kalkılacak gibi değildi. Bir başka Ramazan’da yine gel. Benim sınırım, çayın ikiye böldüğü bu vadinin ulaştığı yerler. Gezmek size, beklemek bize yazılmış’’ dedi.
Ama Hocam o vadiden çıktı, uzun bir otobüs yolculuğundan sonra Edirne’ye geldi, Selimiye’de namaz kıldı, Tunca’yı, Meriç’i gördü, tava ciğeri yedi.
Bir gün sonra, dünya turunu tamamlamış bir gezginin mutluluğuyla, saatler süren bir yolculuktan sonra vadiye döndü.