İmam Hatip Ortaokulu’nda “Sanat Tarihi” dersimiz vardı.
Dersimizin hocasını hatırlamıyorum. Ders kitabının içeriğinden hayatımın her evresinde yararlandım. Kitabı ezberlemiş olmalıyım ki, kırk yıl sonra bile sanat tarihi terimlerinin o yıllarda geçerli olanlarını biliyorum.
Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı kitabının çıktığı günlerde, gazeteci ve yazar arkadaşım Adnan Gerger, evimin bahçesinde bir mangal partisinde, bu kitaptan övgüyle söz etti.
Pamuk’un o güne kadar çıkan kitaplarını okumuştum. Benim Adım Kırmızı’yı henüz almamış ve okumamıştım.
Arkadaşım, kitabın içeriğinden söz ederken bazı kelimelere vurgu yapıyor, anlamlarını söylemekten geri kalmıyordu.
Benim Adım Kırmızı, hat, hattat, celi, sülüs, tezhip, minyatür, niş gibi kelimelerin ve mimari tanımlamaların çokça geçtiği bir eserdir. Bu kelimeler ise dağarcığımda vardı.
Bu kitap Orhan Pamuk’a Nobel ödülünün kapısını aralayan eserdir.
Maalesef, Türkiye’nin siyasi atmosferinin karanlık olduğu bir dönemde Orhan Pamuk’a verilen bu ödül, bazı kesimlerce Nobel’i küçümsemeye kadar gitti.
O dönemin Amiral Gemisi, ödül töreninin haberini vermedi. Aynı gün, gazetenin patronunun torunu olduğunu hatırladığım bir çocuğa Almanya’da verilen ödülün haberini kullanmayı tercih etti. O çocuktan bir daha haber alamadım. Ben haberdar olmamışsam, özür dilerim.
Aynı dönemde ve sonraki yıllarda Nobel ve Oscar ödüllerini ayırt etmekten aciz kişilerin Orhan Pamuk’a hakaretlerini okuyup izledik.
Bir başka çok satan gazetede, “Nazım Hikmet’e Oscar verilmeliydi” cümlesini okudum.
Arkadaşım, sohbette, kitabı okuduğumu düşündü. Kitaptaki akışa ve kelimelere yabancı olmadığım için böyle düşünmesi doğaldı.
Osmanlı sanatına, o günün yaşamına ait kelimelere aşinalığım, hafızamın bana armağanıydı. Haftada bir saat okuduğum sanat tarihi dersinden miras bir armağan.
Eğitim kalıcı izler bırakıyor. İyi kitaplar ve iyi öğretmenler de öyle.
Bu anımı paylaşma nedenim, bir öneride bulunmak isteğimden kaynaklandı.
Kabalıktan, nezaketsizlikten, kötü davranışlardan herkes şikayetçi. Sosyal medya çirkefe bulanmış durumda. Herkes, bir diğerine inceden sokuyor (!), biraz ölçülü olan dokunduruyor (!)
Kırk saati geçmeyen, hocasını bile hatırlayamadığım bir sanat tarihi dersi bana kırk yıl rehberlik yaptı. Girdiğim camide, tarihi yapıda incelikleri görebiliyor, mimari terimleri hatırlayabiliyorum.
Önerim, ilkokullardan itibaren haftada bir saat nezaket, görgü, edep, ismi ne olursa olsun, ama incelikleri içeren konuları kapsayan bir dersin müfredatta yer almasıdır.
İnanın, bir çok kişi bu dersin kaymağını en az kırk yıl yiyecektir.
Ahlak Bilgisi var ya diyenler olacaktır. İlgisi yok. Farklı bir içerikte Z kuşağının algısına ve diline uygun içerikli “İncelik” dersi konulabilir. Y kuşağı için bu fırsat kaçtı. Z kuşağını da kaçırmayalım.
Benim Adım Kırmızı’yı ve Orhan Pamuk’un sonraki eserlerini okudum. Severek okuduğum, kurgusuna, diline imrendiğim yazardır.
Kar romanı müthiştir. Orada dalga geçilen tiyatrocu Rutkay Aziz’dir.
Bahsettiği gazeteci ise gönül dostlarımdandı. Kars’ta uzun yıllar valilikte özel kalem olarak çalışan, daha sonra Önder gazetesini çıkaran, muhabirlik yapan rahmetli Öner Daşdelen ve iki oğluydu.
Öner abi, Orhan Pamuk’u Kars’ta misafir eden, rehberlik eden, sohbet eden ve kaldığı oteli ayarlayan (!) kişidir.
Çok duygusaldı. Kansere yakalandı. Erzurum’da hastanede yatıyordu. Ziyaretine gittim.
“Müdürüm hastaneye gelmesin. Beni şık halimle Bölge Müdürlüğünde görsün” istemiş.
Çocuklarını da çağırmış. Gerçekten şıktı, takım elbise giymiş, kravat bağlamış, tıraş olmuştu. Kucaklaştık, iki delikanlı oğlu elimi öptü.
“Bana hürmetiniz neyse Ahmet beye de aynı hürmeti isterim” dedi.
Öner Daşdelen’e Kars’ta her kapı açıktı. Saygı duymayan bir kişi bile gösterilemezdi. Kars’ta her idarecinin saygı duyduğu insandı. Yoldan geçerken her esnaf, çay, kahve içmeye davet eder, ısrarlarına gülümseyerek karşılık verirdi.
Önder Gazetesi mesai sonrası, Kars’ın elitlerinin buluşma mekanıydı. Küçücük mekan, ne çok insana kucak açmıştır.
Öner Daşdelen, karlı bir Mart günü hayatını kaybetti.
Aynı saygı ve hürmeti çocuklarından da gördüm. Büyük oğlu Ercüment Daşdelen halen Kars Kuzeydoğu Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığını yapıyor. Hürmetinin yanı sıra, kaşarsız ve gravyersiz bırakmıyor. Davet ediyor ama fırsatını bulup gidemedim.
Kars’ın bende çağrışımları çok. Bir kış günü trenle gitmeyi hayal ediyorum. Yolum düşerse, önce Öner abimin çocuklarını, gazete çalışanlarını, sonra mezarını ziyaret edeceğim.
Kars’ı ilk gördüğüm tarih 1983’dü. Serhat kentimiz denirdi. Sonra yine yolum düştü, hem de bir çok kez.
Artık kışları en popüler kentimiz Kars oldu. Kimi Anı Harabeleri’ni, kimi tarihi binalarını, kimi kaz yemeğini anlatıyor. Bir kentin anlatılacak değerlerinin olması o kentin sakinleri için gurur kaynağı olmalı.
Kars’ta Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un “ucube “ denilerek yıktırılan ve günlerce gündemde kalan İnsanlık Anıtı adlı yontusunun önünde bir fotoğrafım var. Yanımda Öner abi yok, vefat edeli bir hayli olmuştu. O eser de yok.
Öner abinin dostlarından Burhan Akyıldırım’ı da bu vesileyle anmak isterim. Kars’ın beyefendilerindendir.
Orhan Pamuk’un Kar’ında gazeteci ve iki oğlu kötü karakterler olarak betimlenmiş. Öner abi, Orhan Pamuk’u aramış, sitem etmiş.
Sayın Pamuk neler söylemiş, detayına vakıf değilim. Öner Daşdelen’in söylediklerinden aklımda kalan cümle:
“Bu bir roman, roman bir kurgu.”
Öner Daşdelen, Orhan Pamuk’u affetmedi. Edebiyat tarihçileri için bir veri olabilir. Bu anının bende kalmasını istemedim.
Gidenden geriye ne kalır? Söz, tavır, eser kalır.
Dedim ya, bir saatlik ders bile kırk yıl hatırda kalıyor. Keşke bir incelik dersimiz olsa. Yaşıma bakmam, bağdaş kurar hocamın dizinin dibinde yer alırım.
İncelikten nasibini alacak ne çok insan vardır.
Vefatının üzerinden on yıl geçmiş. Öner abime rahmet, çocuklarına sağlık ve afiyet dilerim.