VATAN
Hasan BARAN (PANDEMİ' ROMANINDAN) Bursa'da tarihi Irgandı Köprüsü’nü geçince ‘Gurabahane-i Laklakan’ diye bir yer vardır; namı diğer ‘Düşkün Leylekler Evi’… Yani Osmanlı’da dünyanın ilk ve tek hayvan hastanesi olarak hizmet veren bina, aynı zamanda Osmanlı’nın hayvanlara verdiği önemin büyük bir göstergesi olan yerdir Gurabahane-i Laklakan. Bu yer, göç ederken yaralanan kuşları tedavi etmek ve onları tekrar göç yollarına koyabilmek için yapılmıştır. Başta sakat leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakımı yapılırdı burada. Ahmet Haşim’in “Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakasıyla yaşarlar” diye bahsettiği 'Gurabahane-i Laklakan’ın dünyada bir benzeri yoktur. Hastanenin Bursa’da inşa edilmesinin sebebi ise kuşların göç yollarının tam bu şehrin üzerinden geçiyor olmasıdır. Anadolu kültüründe leylekler ve göçmen kuşlar ‘uğurlu’ ve ‘bereketli’ görülürdü. Yaratılanı severiz yaratandan ötürü demiş ya Karamanlı Yunus Emre, işte bu bilinçle yoğrulmuş Anadolu topraklarının insanları da, kuşları, hayvanları bir tanrı emaneti gibi görür ve onlara iyi bakarlardı. Yük hayvanlarının yaşlandıktan sonra iyi bakılmaları için bile sahiplerine maaş bağlanırdı. İnsan, leylek, turna, serçe, at eşek ayrımı yapmaksızın saygı duyulurdu her canlıya. Bu saygı ve merhamet öyle ileri gitmiştir ki, mimariden sanata birçok alanda verilen ürünleri etkilemiştir. Oluşan duygunun gövde bulduğu en kıymetli mimari yapılardan biri ise yazımın başında anlatmaya çalıştığım ‘kuş evleri’dir. Osmanlı Devletinde köşk, cami, mescit, türbe, han, hamam, sebil, çeşme ve buna benzer yapıların duvarlarına yapılan ‘kuş evleri’ ahalideki hayvan sevgisinin en güzel duyusal ifadesiydi. Yaratılana duyulan saygı, sevgi ve merhamet duymanın, insaflı davranmanın en güzel belirtilerinden biri olan ‘kuş evleri’ çok çok eskiden beri birçok Anadolu ve Rumeli şehir ve kasabalarında, binaların yüksek cephelerine, rüzgârın geliş yönü ve güneşin vuruş açısı bile hesaplanarak, ileri bir duyarlılık ve zahmetle yapılmıştır. Fakat şimdi… Uçan kuşa bile sanat şaheseri yuva yapan uygarlığın, kuşa uçacak dal, konacak toprak bırakmayan torunları olduk efendim. Yemyeşil dağları taş ocağına, maden ocağına çevirdik. Ağacı kestik, ormanı yaktık, yemyeşil cıvıl cıvıl toprağı zehir zıkkıma, betona çevirdik. Ölenin dağ, orman değil, ölenin vatan olduğunu anlayamadık. Ne bırakacağız geleceğe, çocuklarımıza? Siyanürlü sularla dolu kel başlı, zehirli, kuş uçmaz, ot bitmez dağlar mı? Ağaçsız, çiçeksiz, kekiksiz, kuş yuvaları, kuş sesleri olmayan, ormanları kesilmiş, arsenikle zehirlenmiş ölmüş dağlar mı bırakacağız? “Osmanlıyız, çok şanlıyız...” diye her fırsatta övündüğümüz atalarımız, kuşlar için kuş evleri, kuş hastaneleri bırakmış… Ormanlarla kuşlarla dolu dağlar bırakmış Peki, biz ne bırakacağız? Yuvasız kuşlar… Ağaçsız dağlar mı bırakacağız? Kur’an’da üç yüz yerde ağaçtan bahsedilmektedir. Yani hava, su ve yeşil insanlar için hayat kaynağıdır. Yeşil yeryüzünün giysisidir, canlıların sığınağıdır. Canlıların aksine nefes alırken zehir soluyan ve dışarıya temizlenmiş oksijen veren, yani gerçekten insanların hayat kaynağı olan Allah’ın bir hayrıdır, iyiliğidir. Bu sebeple İslâmiyet yeşilin en büyük dostudur. Peygamber efendimiz ağacın yalnızca korunmasıyla yetinmemiş, var olana ilave edilmesini, ağaç dikilmesini, o kadar çok söylemiş ve bunu hayatında uygulamaya koymuştur ki… Peygamber efendimizin bu konuda söylediklerinden şu aşağıda zikrettiğim kadarı bile bu günlere ibret vericidir: “Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir ağaç dalı bulunur da buna kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak onu diksin, bırakmasın. ” “Ağaç diken bir kimse için, o ağaçtan insanların, hayvanların, kuşların, vahşi haşaratın yediği sadakadır. Hatta o ağaçtan çalınan meyveler bile diken için sadakadır. Çiçeğinden, kokusundan, tohumundan, odunundan, kerestesinden, gölgesinden her ne şekilde olursa olsun canlıların faydalanması sadakadır.” İslâmiyet ağaç dikmeyle uğraşmayı ‘sadaka-i cariye’ kabul etmiştir. Yani kıyamete kadar insana sevap getiren, defterine hayır hasenat yazdıran bir faaliyet. Çünkü kendi ektiği diktiği kurusa bile onun filizlerinden, fidelerinden, tohumlarından başka ağaçlar yetiştiğini ve bunun ilânihaye devam edeceğini kabul ederek, ilk dikenlere kıyamete kadar sevap ve mükâfat verileceğini müjdelemiştir. Hz. Peygamber savaşa gönderdiği ordularına şöyle emretmiştir: “Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, teslim olanlara, kendisini ibâdet-ü taate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyiniz. Ağaçları yakmayınız. Hayvanlara dokunmayınız ve servetleri heder etmeyiniz.” Orta Asya steplerinde görünen milletler için ağaç mübarek bir varlık kabul edilirdi. Cengiz Han yasalarına göre nedensiz ve izinsiz ağaç kesmek, idama neden olan bir ceza gerektirirdi. Son zamanlardaki bilinçsiz dönemlere gelinceye kadar, Osmanlı’da da ağaç, özellikle de çınar ağacı mübarek kabul edilirdi. Geyikli Baba’nın diktiği çınar buna en güzel örnektir efendim. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Gazi, Bursa’yı fethettiği günlerde baba dostu Turgut Alp’ten bir gazi dervişin menkıbelerini dinler, çok hoşuna gider ve Turgut Alp’ten bu derviş ile kendisini görüştürmesini ister. ‘Alperen’ diye de anılan bu Allah dostu, yörede Geyikli Baba diye tanınan biridir. Azerbaycan taraflarından gelip, İnegöl dağlarında yaşadığı, geyiğe bindiği, geyiklerle dolaşıp konuştuğu, geyik postu giydiği ve bu lakapla anıldığı bilinen Geyikli Baba ile Orhan Bey görüşür, sohbeti çok hoşuna gider, ısrarla Bursa’ya davet eder ama kabul edilmez. Bir gün habersiz olarak elinde bir çınar ağacı ile gelip, Orhan Bey’in ikamet ettiği küçük sarayın bahçesine diker. Çınar ağacı çok uzun ömürlü olması özelliğiyle bilinen bir ağaçtır. Derviş bu hareketiyle Orhan Bey’in de devletinin ve hanedanın çok uzun ömürlü olacağını göstermek ister. Bu çınarın hâlâ ayakta olduğu rivayet edilmekte, her yıl bu çınarın altında anma kutlamaları yapılmaktadır. Onun için Fâtih Sultan Mehmed; “Ormanlarımdan izinsiz ağaç kesenin başını keserim” demiş ve “yaş kesen baş keser” sözü Osmanlı milleti arasında darb-ı mesel olmuştur. La Baronne Durand De Fontmagne, ağaçları kesmemek, onlara zarar vermemek için Osmanlıda yapılacak olan evlerin planlarının ve yerlerinin, yolların güzergâhlarının değiştirildiğini, ağaca zarar vermemek için ne gerekirse yapıldığını kaydeder. Yine 4. Mehmed döneminde İngiliz Elçisi Kâtibi olan Richaut hatıralarında; Osmanlı askerlerinin kış dönemlerinde boşu boşuna kışlalarda tutulmadığını, sefer zamanı değil ve başka önemli işleri yoksa ağaç diktiklerini, katiyen boş durmadıklarını, koruluklar, köprüler, çeşmeler ve benzeri sosyal eserler yaptıklarını kaydeder. 1876 yılında İstanbul’da bulunmuş olan Elizabet Caraven, Kont Edward Raczynski ve benzeri birçok kişiler Türklerdeki ağaç sevgisinin had safhada olduğunu, ev yapılacak yerlerde ağaç varsa kesmeyip başka yere yaptıklarını kaydederler. La Corbusier de Osmanlı ev yapacağı yere karar verince evden önce oralara ağaç diktiğinden bahseder. Ağaçları sulamak ve kurak mevsimlerde kurumalarını önlemek için çeşitli vakıflar kurulduğu yine tarihi rivayetlerdendir. Türk toplumunun ağaç, kuş sevgi ve merhametine ne oldu? Osmanlı toplumundaki canlılara karşı olan bu duyarlılığın oluşmasındaki en önemli etkenlerden biri İslamiyet inancını benimsemiş olmaları değil midir? Gerek Hz. Muhammed’in hayvan sevgisi gerekse İslami inanca ait hayvanları anlatan hadisler ve hikâyeler bu duyarlılığın gelişmesini sağlamadı mı? İslam inancına göre günahsız bir yaratık olarak kabul edilen, saflık, temizlik, iyi geçinme, barış ve kardeşliğin sembolü olan güvercin, Hristiyanlık ’ta da Ruh-ül Kudüs’ü temsil etmekte değil midir? Hz. Muhammed, Sevr Dağı’ndaki mağarada saklanırken, mağara girişindeki ağacın üzerine konan bir çift güvercinin burada yuva yaparak yumurtladığı, böylece müşriklerin kuşkulanmamasını sağlayarak Hz. Muhammed’in kurtarıcısı olmamış mıdır? Peki, bu leylekler, turnalar, keklikler, güvercinler, üveyikler artık hangi dalda, hangi ağaçta, hangi ormanda hangi yeşil alanda yuva kuracak? Dağlar ağaçsız, kuşlar ağaçsız olur mu? Her yeri talan ettiler. Yazık değil mi bu canlılara, bu kuşlara… Yazık değil mi bu ormanlara dağlara… Yazık, günah değil mi bu vatana?"