SOSYOLOJİ İLE SİYASET ARASINDA GÖÇ OLGUSUNU DOĞRU OKUMAK

Yayınlanma: 04.11.2021 13:26 Güncelleme: 04.11.2021 13:26

Göç olgusu, geçmişten bugüne tarihin birçok noktasının hem temel tartışma alanlarından birisini oluşturmuştur hem de sebepleri ve sonuçları itibariyle değişimi ve dönüşümü sağlayan bir kapsama sahip olmuştur. Bu sebepler ve sonuçlar; politik, ekonomik ve sosyo-kültürel yansımaları beraberinde getirmiştir. Göç meselesi bu bağlamda, 20. yüzyıldan itibaren gerek politik gerekse de akademik sahada, ulusal ve uluslararası eksende birçok değerlendirmenin ve analizin ana gündem maddelerinden birisini teşkil etmiştir. Oldukça eski dönemlerden beridir tartışılan bir konu olan göç, aynı zamanda ülkemizin konumundan ötürü de her dönemde yoğun bir şekilde ülke gündemini meşgul etmektedir. Lider Devlet BAHÇELİ’nin “insanlığın var oluşundan beri göç mühim bir mesele olarak varlığını korumuştur. Türkiye bir göç güzergahındadır. Aynı zamanda kıtaların kavşak ve kaynaşma noktasındadır.” şeklinde ifade ettiği bu durum önce Suriye ardında da Afganistan’da yaşanan gelişmelerin akabinde Türkiye’nin de en önemli gündemlerinden biri halini almıştır. Göç meselesi ilk olarak teknik olarak incelenmesi gereken bir konu olarak görülmektedir. Öncelikle göç konusu ile ilgili değerlendirmelerde ve analizlerde “göçmen”, “sığınmacı” ve “mülteci” kavramları arasındaki ayrımların üzerinde durulduğu görülmektedir. Ayrıca itme ve çekme kuramları da temelde en sık başvurulan yaklaşımları oluşturmuşlardır. Çünkü göçün nedenleri arasında, yaşanılan coğrafyadaki kıtlık, kuraklık, savaş gibi itici faktörler etkili olurken, diğer yandan da hedef ülkedeki güvenli ve müreffeh yaşam da çekici faktörleri temsil etmişlerdir. Bu iki başlıktaki koşullar karşısında beşeri toplulukların “güneşe göç varken kalanlardan olmamak” tutumunu geliştirdiğini önermek mümkün görülmektedir. Geçmişten günümüze göç vakıalarına bakıldığında ise; Kavimler göçünün dünya tarihinde bıraktığı izler göz ardı edilmeksizin, 20. yüzyılın bir kırılma noktası olarak kabul edilmesi şüphesiz İkinci Dünya Savaşı’nın geride bıraktığı demografik, politik ve ekonomik yıkımla ilgilidir. Zira Avrupa ülkeleri bu yıkımın ardından işgücü ihtiyacını karşılayabilmek adına göçe ihtiyaç duymuştur. Bu göç sürecinin Avrupa ekonomisine bir dinamizm kazandırmış olduğu bilinen gerçek olmuştur. Fakat diğer yandan göçmenlerin gündelik yaşamlarındaki kültürel kodları bir süre sonra “tehdit” olarak nitelendirilmiştir. Hatta 1973 Petrol Krizi’nin faturası da yine göçmenlere kesilmiştir. Dolayısıyla gelinen aşamada Batı’nın göçe karşı geliştirdiği politikaların 20. yüzyılın ikinci yarısına uzanan bir arka plana sahip olduğu bilinmektedir. 21. yüzyıla gelindiğinde ise göç meselenin yoğun bir biçimde uluslararası politikanın gündeminde yer alması Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde 2010 yılının sonlarından itibaren müşahede edilen değişim ve dönüşümün bir sonucu olarak görülmektedir. 2010 yılının sonlarında Tunus’ta başlayan halk hareketleri ardından Yemen, Libya ve Mısır’a ve nihayetinde Suriye’ye aksetmiştir. Birçok ülkede değişimleri de beraberinde getiren politik ve ekonomik alanda yeni bir süreç başlamıştır. Bu süreçte Mart 2011’den itibaren Suriye’de yaşanan gelişmeler göç konusunda yeni bir boyut ortaya çıkarmıştır. Bu boyut, Suriyeli mülteciler meselesi ile doğrudan ilişkilidir. Göç konusuna, teknik ve tarihi açıdan bakıldığında ne acıdır ki Türkiye’deki muhalefet partilerinin ne kadar sığ ve tamamen popülizmin kıskacında konuları değerlendirdikleri ve söylem geliştirdikleri görülmektedir. Bu durumda muhalefetin Türkiye’nin hiçbir meselesine hakim olmadığı ve çözüm üretmek bir kenara durum tespiti yapacak bir bilgiye dahi ulaşma zahmetine katlanmadığını ortaya koymaktadır. Muhalefet açısından içler acısı olarak ifade edilebilecek bu durum ne yazık ki Türk siyaseti ve siyaset kurumu açısından da son derece tehlikelidir. 2021 yılı itibariyle bakıldığında dünya genelinde yerinden edilenlerin sayısı 82 milyona ulaşmış durumdadır. Bu rakama kaynaklık eden ülkeler arasında Suriye, Myanmar, Afganistan, Güney Sudan ve Venezuela ön plana çıkmaktadır. Türkiye özelinde bakıldığında Suriyeli mülteciler konusunun on yıllık bir zaman diliminde hassasiyetle üzerinde durulan bir husus olduğu müşahede edilmektedir. Nitekim mevcut durumda Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sayısı 4 milyona yaklaşmış durumdadır. Mısır, Ürdün, Irak ve Lübnan gibi bölge ülkelerine bakıldığında Türkiye’nin çok büyük bir sorumluluk üstlendiğini görmek olasıdır. Bu tablo açık ve net bir biçimde göstermektedir ki bu husustaki yükün çok büyük bir bölümünü Türkiye Cumhuriyeti üstlenmektedir ve bu durum aradan geçen on yıl müddetince de böyle olmuştur. İlgili müddet zarfında da uluslararası kamuoyu Türkiye’nin bu tutumuna ve sorumluluk perspektifine şahit olmuştur. Bir Kerkük türküsünde çığırıldığı üzere “Türkmen obalarından göç eden anaların feryatları” Türkiye’nin bu politikasındaki devlet aklını belirlemiş ve yönlendirmiştir. Avrupalı ülkeler Aylan bebeği görmezden gelirken Türkiye bu ve benzeri hadiselerde birçok kez başta Avrupa olmak üzere birçok aktöre bu süreçteki sorumluluklarını hatırlatmıştır. Ancak Batı birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yalnızca kendini düşünerek “insan hakları” vurgusu yapma ironisinden geri durmamıştır. Türkiye, Türk Devlet anlayışına uygun bir sorumlulukla olaylara bakmaktadır. Çünkü bilinmektedir ki Türkiye sadece bugünkü siyasi sınırlarımızla mevcut olan bir Türkiye değildir. Türkiye kalbi Türkiye için atan, gözü ve yüreği Türkiye olan milyonlarca mazlumun da ülkesidir. Bu dün böyle olmuştur. Bugünde böyle olmaktadır. Lider Devlet BAHÇELİ Türkgün Gazetesine verdiği mülakatta bu durumu; “Türk milleti aranan, beklenen, özlenen, merhamet ve hoşgörüsüne ihtiyaç duyulan bir millettir.” olarak ifade ederken Türk milletinin mazlum milletlerin beklediği yegâne güç olduğunu ortaya koymaktadır.  Suriye odaklı göç dalgasının ardından ikinci kritik dönemin ise Afgan göçmenler özelinde yaşanacağı öngörülmektedir. 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan’a müdahale etmesinden itibaren bölgede kaotik ve istikrarsız bir yapı söz konusu olmuştur. Bu minvalde Afganistan’ın kritik bir jeopolitik olduğu vurgulanmalıdır. Aradan geçen yirmi yılın ardından ABD, bölgeden çekilme kararı almış ve Taliban yönetiminin göreli hükümet süreci ile birlikte yeni bir göç dalgası ortaya çıkmıştır. Bu göç dalgasının hedef ülkesi olarak yine Türkiye ön plana çıkmıştır. Ancak artık Türkiye göç konusunda adil sorumluluk paylaşımından yana olduğunu açık bir şekilde uluslararası kamuoyuna deklare etmiştir. Nitekim Avrupa Birliği ülkeleri suni bir duvar örerken, bölge ülkeleri İran ve Rusya bu sorunu görmezden gelirken Türkiye Cumhuriyeti böylesi demografik bir tehdidi yok sayamayacaktır. Böylesi mühim bir konu nazarında Lider Devlet BAHÇELİ’nin bakış açısı olası riskleri sarih bir biçimde ifade etmektedir. “Düzensiz göç, adı konmamış bir istiladır” ifadesini bu nazarda değerlendirmek ve okumak elzem görünmektedir. Bu noktada üç hususa dikkat çekilmelidir. Birincisi, burada ifade edilen bağlam, Türkiye’nin üstlendiği sorumluluğun uluslararası alanda farkına varılması ve bunun paylaşılması ile ilgilidir. İkincisi, düzensiz göçe karşı tedbirli ve temkinli olunması gerekliliğidir. Ancak bu olayı siyasi meşruiyet zemini görüp, oy devşirmek adına toplumsal kaosu tetikleyici aktörlük yapma hevesinde olanların da farkında olunması lazımdır. Üçüncü olarak ise düzensiz göç karşısında milli menfaatleri zedeleme potansiyeline sahip bütün etkenlerin karşısında olmak durumu önem arz etmektedir. Dolayısıyla misafir algısı ile demografik riskler arasında kesin sınırlar çizilmeli ve göç politikası bu eksende yürütülmelidir.  Çünkü; “Türkiye yolgeçen hanı değildir. Bizim gidecek başka bir ülkemiz, başka bir yurdumuz, başımızı sokacağımız başka bir yuvamız yoktur. Ülkemize sığınmak isteyen mazlumları sahipsiz bırakmayız, ama Türk milletinin ve Türkiye’nin de geleceğini yabana atmayız, atamayız, atmayacağız.”  

Devamını Okumak İçin Tıklayınız