"SAFAHAT" DERS KİTABI OLSUN

Yayınlanma: 29.12.2025 09:16 Güncelleme: 29.12.2025 09:16

Bazı dev kametler vardır ki milletlerin semaları karanlığa büründüğü anda tıpkı bir "Sirius Yıldızı" gibi ışık saçar ve karanlık aydınlığa tebdîl oluverir. İşte Mehmet Akif Ersoy da burada bahsi geçen yıldız gibi Devlet - Âli Osmânî'nin karanlık gecelerine yıldız olmuş ve hatta yıldız olmanın daha ötesinde Bedir Dolunayı gibi pırıl pırıl ışık saçmıştır. Bütün bunların ötesinde Atam Akif, tam manasıyla ismi ile müsemma bir sahsiyettir. O Mehmet'ti... Ömrünün her ânında hamdetmeyi tercih etti. Onun lügatine şekvâ (şikâyet) hiç girmedi. O Akif’ti... Çünkü girdiği her işte sabır ve sebat gösterdi. Ve dahi "Sırat-ı Müstakim" üzere " Sebil-ür Reşad" oldu gönüllerde. Son olarak o Ersoy'du. Soyunun erliğinden olsa gerek o milletini ayakta tutmak adına her cephede nefer oldu.   Böyle bir girizgâh sonrası yazımın devamını sizlere bir biyografi niteliğinde sunmak niyetinde değilim. Yani onun asıl adının Mehmed Râgif olup daha sonra Mehmet Âkif'a dönüşüne, 20 Aralık 1873'te doğup 27 Aralık 1936'da vefat edişine, veteriner hekim ve öğretmenliği sonrası siyasete girip I. Mecliste milletvekilliğine hiç değinmeden, onun ruh dünyamdaki devasa aynada nasıl aksettiğini sizlere takdim edeceğim.   1990 yılında başlayan askerî öğrencilik hayatımda disiplinli bir edebiyat öğretmeninin "SAFAHAT OKUMALARI" yaptırmasıyla başladı Atam Akif ile hemhâlım. Neler mi okuduk? Gelin 35 yıl öncesine; henüz yeni bin yıla girmeden önce, daha on üç yaşındaki gencecik bir fidanın dimağında çiçek açmış Mehmet Akif Ersoy'u okuyalım.   Yazımın hitamında tüm çocuklarımıza ders niteliğinde bir nasihat şiiri sunacağımı ifade ederek şu cümleyi istifâdenize sunuyorum: “Testi içinde ne varsa onu sızdırır.” Bu sözden kastım şudur ki, eğer Âkif'i Âkifçe yaşarsanız onunla dolar, ondan taşarsınız    Gelelim askerî lise yıllarımda yaptığımız “SAFAHAT OKUMALARI”nın safhalarına. İlk aklıma gelen şiir, 1921 senesinde Tâceddin Dergâhı'nda kaleme alınan "BÜLBÜL" şiiridir. Ne içli bir sesleniş öyle değil mi? "Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin; Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül nedir derdin?" Bu suâlin ardından Âkif'in bülbül ile hasbihâli başlıyor ve şöyle devam ediyor. "Niçin bir katrecik göğsünde bir umman hurûşandır? Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım! Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda; Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda! Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı, Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı! Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu, Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin Fâtih’lerin yurdu."   Âkif'in bülbüle sitemine bakar mısınız? Sen neden bir damlacık göğsünde okyanusları coşturursun! der Âkif ve devam eder: Matem senin hakkın değil benim hakkım ve hâlini arz koyulur. Devlet-i Âli Osmânî'nın asırlardır süregelen karanlıkla imtihanını hatırlatır. Teselliden nasibim yok der. Çünkü bahârımda bile hazanın hüznü var ve ben öz yurdunda evsiz, barksız kalmış bir serseriyim teşbihinde bulunur. Öfkelidir Akif kendine... Hatta kendini Şark'ın vefasız, kansız evlâdı olarak görür. Öfkelidir; çünkü ecdadın toprakları baştan aşağıya Garbın habis ayakları altında çiğnenmiştir. Selâhaddin-i Eyyubilerin Fatihlerin yurdu hayâlinden geçtiği ânda beyni uyuşur.   İşte sadece bu şiir dahi Akif’in ruh dünyasına girmeye, onun gönül ummanında yelken açmaya yeter de artar bile.   Bir de Dedem Akif’in sürgün yılları vardır. Sürgün ya; yanlış duymadınız sürgün... Mısır yılları... “Çölde seni bekleyen bir kum da ben olsaydım!” dercesine Peygamberane bir sürgün. Anadolu'da, vatan topraklarında büyük bir mücadele varken; yed-i düvel (İngiltere, Almanya, Fransa, İspanya, İtalya, Rusya ve Avusturya-Macaristan devletlerinin oluşturduğu güç birliği) "Boğazımıza" hançerini dayamışken, onun yurdundan, yuvasından uzakta “Çanakkale Mahşeri”ni yaşarcasına yazdığı o destan...   “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En keşif orduların yükleniyor dördü beşi.” diye başlayıp;   “Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklimi cihanın duruyor karşına da, Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sade bir hâdise var ortada: Vahşetlere denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tauna da züldür bu rezil istîlâ!”   Akif’çe bir ruh, böylesi bir istilâyı veba hastalığından daha beter görüyor. Akif görüyor görmesine de bizim görmediğimiz bir şey var ortada. Geçen günlerde TV ekranında öylesine rast geldiğim ve adını ilk defâ duyduğum için kendi adıma çok müteessir olduğum bir hanımefendi; Mehmet Akif’in torunu Selma Argon diyordu ki; Safahat okullarda ders kitabı olarak okutulmalı. Kesinlikle katılıyorum ve bu sözün altını kalın kalemlerle on, yüz, bin defa imzalıyorum. Çünkü benim de kendi kendime sıklıkla sorduğum sorudur bu: Safahat bu ülkede neden ders kitabı olarak okutulmuyor?   Hattâ ülkenin muktedirlerine sesleniyorum. Hazırlanacak bir kararnâme ve ivedilikle "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi" dersi yerine "Safahat Bilgisi" dersi konulabilir. Neden Din Kültürü dersi dedin? derseniz, ben de size “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiirini bir kez yaşaya yaşaya okumanızı tavsiye ediyorum. Ağlamayan göz, gördüğü her şeyden utansın diye de ekliyorum.   İnanın dostlar, Safahat'tan hangi şiiri açsak birkaç mısra sonrası sayfalar dolusu yazı çıkar. Buna gerçekten inanın!   Köşe yazımın sayfa sayısının sınırlı olması sebebiyle ben de sözü burada keserek başlangıçta ifade ettiğim; "Testi içinde ne varsa onu sızdırır." sözünden yola çıkarak gönül testime dolan Akif’çe mısraları istifadenize sunuyorum. Şiirim bütün çocuklarımıza ve gençlere bir "Nasihat" şiiridir. Buyurun gelsin!   Ey yavrum! Haberdar olmalısın kendi zatından; Sende ne cevherler saklı, Hakk’ın katından! Dönüp bakmadın mı şanlı mâzine hâlâ sen? Deden Fatih, Yavuz, Kanuni kimdi? Tanıyıp bir bilsen! Zeminlerden, semalardan taşarken İlahî feyiz; Tembellik edip boş lakırdıyla günler geçiremeyiz! İlimle irfanla hemhâl olursan tecelli eder nûr-i Yezdânî; Ömür denen seyru sefer kısadır, bitiverir bir anda, âni! Cüssen küçük amma gaye-i hayâlin var senin; Haysiyetinle yaşarsan cihanda, erişilmez kâr senin! Edeple otur, vakarla kalk, bulunmaz asla pâyânın; Kemâlini gördün mü hiç, tembellik edip yerinde sayanın? Rıza gösterirsen Hakk’ın rızkına, esîrin olur tabiat; Cehalete boyun eğip, sakın ha cahile etmeyesin biat!   Ey yavrum! Ümitsizliğe yer yok bizim evrenimizde; Bizler gül isek şayet, sizler goncasınız evlerimizde! Öyle yaşa ki, irfanınla, bulutlu geceyi ışıtan şimşek ol; Makamın olsa dahi ulvîden ulvî, tevazuda tek ol! Denizler yatağın olsa, dalgalar sana nazlı beşik; Yunuslayın yaşa, Taptuk’un kapısı sana olsun eşik! Haksızlığı hak sayma, zulme boyun eğme, kükresin avazın; Kimsesizlere kimse ol, her daim adalet olsun pervazın! Sevgiyle büyüttük sizi, sevecek ne çok şey var koca âlemde; Paylaştıkça çoğalır sevgi, tek hoş sedadır kalacak olan, bu demde! Dev cüsseli dağlar bile küçülsün, azminin önünde; Karamsarlık kara delik gibi mutlak yutar insanı sonunda! “Ye’s öyle bir bataklıktır ki düşersen boğulursun; Azmine sımsıkı sarıl, seyret ne olursun!” Sen savaşırsan azmin harp sahasında, kaçar saldırganlar; Dayanamazlar dağlar gibi dik duruşuna, rüştünü çarçabuk anlar! Karanlıkları aydınlatmak için meşalen olsun ilim; Sen ısrar ile ikrar ettikçe son bulur cehalet denen filim! Hatırla, nasıl seslenmişti sana atan Mustafa Kemâl Atatürk; “Benim manevî mirasım bilim ve akıldır!” Unutma yavrum! Bu yolda her diken bize gül, her kaya çakıldır! Susuz çölde kalsan, Mecnun misali göster gayret; Her adımda yüksel ki, azmin karşısında etsinler hayret! Ne zindanlar olsun engel, ne menfalar ne makteller… Azimle yürü, haramice yol kesse hatta âhenin eller! Araştırmaktan usanma, ilerle hep kademe kademe; İşini yarına bırakıp, boş ver, bugün de böyle geçsin deme! Senin en şerefli gününde, en mesut hâlinde; Muasır medeniyetler üstü bir istikbâl olsun hep hayâlinde! O istikbâle olsun şevkin, o şevkle dolsun hür vicdanın; Çalış, çabala, sa’y et; boşa geçmesin zamanın! Merak et, bütün yaratılış sırlarından haberdar olmak iste; Kâinat kadar bir derinlik vardır, merak denen o histe! Nereden geldin, nereye gidiyorsun, zorlanırsa idrakin; Aç, oku Kur’an’ı kalbinle ve fikreyle sakin sakin!               Kur’an’ı hakkıyla anlarsan koşarsın, bir daha durmazsın; Hakikatten bir damla tatsan bir daha oturmazsın! Sırlar karanlık bir perde altında olsun varsın isterse… Sen sabret Eyyüp misali, yaralar elem bile verse!   Ey yavrum! Ne çoğa tamah et, ne de aza Kani’sin; İtidalli ol her işinde, unutma ki dünya denen bu handa fânisin! Dururken böyle sonsuz istek ve arzular karşında; Kereminle kanatlan, cömertlik mülkün olsun çarşında! Meleklerden büyük, hem çok büyük övgüye mazharsın; Kibri kuşananlar isterse, Anka’nın kanadında Kaf Dağı’na varsın! Öyle bir ömür sür ki, binlerce Yasin’ler okunsun arkandan; Ecel atına bindiğin gün, helâllik versin haziran hepsi bir yandan Aşağıdaki Tarih, saat ve yer şiirin kaleme alındığı zamanı ve yeri bildirmektedir.  14 KASIM 2017 / SAAT: 00.30 / MERSİN

Devamını Okumak İçin Tıklayınız