Kovid-19 Vakası Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Türkiye'de Muhalefet

Yayınlanma: 27.05.2020 12:22 Güncelleme: 27.05.2020 12:22

Yeni tip koronavirüs ya da teknik koduyla Kovid-19, bütün dünyada pandemi ilan edilmesine neden olan, Türkiye’de de diğer ülkelere kıyasla düşük yoğunluklu ve kontrollü seyreden bir salgın hastalık olarak ülke gündemine oturmuştur.Hemen bütün ülkelerde görülen Kovid-19 salgını elbette hem dünya hem de Türkiye için özel bir dönem olarak görülmelidir. Pek tabii bu özel dönemin şartları da oldukça özel olacaktır. Salgın öncesi ve esnasında verilen kararlar ve bu kararların uygulanması toplumsal bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. Halk sağlığının korunmasını temine yönelik bu kararlara riayet edilmesi gerekliliği de neredeyse bir yaşamsal zorunluluk halini almıştır.Genel olarak diğer ülkelerin salgınla ilgili karneleri karşısında Türkiye’nin salgınla mücadelesinin hiç de azımsanmayacak bir başarı kaydetmekte olduğu gün gibi ortadadır. Başta bizzat Sağlık Bakanı olmak üzere kurum olarak Sağlık Bakanlığı’nın oldukça erken bir evrede aldığı kararlar ve alınan kararlara ısrarla riayet edilme çabası takdire şayandır. Nitekim bugünlerde verilen mücadele yönteminin doğruluğu pandemi süreci ilerledikçe ortaya çıkmış, hatta bu olgu genel tabloya bakan alan uzmanı olmayanların bile kavrayabilecekleri açıklıkta kendini göstermiştir. Sağlık Bakanlığı’nın aylar öncesinden oluşturduğu Bilim Kurulu’nun sadece bilimsel yöntemleri referans alması, buna Türk Üniversiteleri ile sağlık kurumlarındaki alan uzmanlarının da bilgi birikimi ve fedakâr çabalarıyla destek vermesi bu sonucun güzel sebepleri olarak vurgulanmalıdır. Bu bağlamda, devlet aklının ortaya koyduğu pandemiyle mücadele stratejisinin medya kanalıyla doğru ve yerinde içerik tercihleriyle kamuoyuna aktarılması milletimiz nezdinde salgın hastalığa yönelik genel farkındalığı arttırmıştır. Basın toplantılarında farklı düşünce yapısındaki muhabirlerden gelen soruların tamamına cevap verilmesi Sağlık Bakanı’nın nezaketinden çok bu stratejinin verdiği güç ve güvenle doğrudan ilgili olsa gerektir.     Kovid-19 sürecinde dünya devletlerinin süreci yönetimi ve tutumu oldukça dikkatle incelenmesi gereken bir durum olarak düşünülmektedir. Özellikle hemen her fırsatta kendisini başta insan hakları olmak üzere pek çok evrensel değerin adeta yaratıcısı gören ve başka hiçbir ülkenin bu değerlerle donanmış olamayacağını vurgulayan pek çok ülkenin resmi temsilcilerinin tutumları trajikomik bir hal almıştır. Ülkeler oldukça düşük maliyetli ve ekonomik güçleri nispetince çok çok değersiz denilebilecek başta maske olmak üzere basit hijyen ürünleri için neredeyse savaş çıkaracak duruma düşmüşlerdir.      Yine çeşitli haberlerden ve sosyal medyadan takip edildiği kadarıyla bu ülkelerin kendi vatandaşlarına karşı tutumlarının da ısrarla tekrarlanması gereken, evrensel insani tutum ve davranışlarla taban tabana zıt bir içerikte olduğu görülmüştür. Benzeri tutumları kendilerinden olmayanlara defalarca pervasızca gösteren Batının, bu olayla kendi vatandaşlarına bile bir meta olarak baktığının görülmesi ve genel anlamda bireyi insani bir değerden ziyade bütçeler ve fayda maksimizasyonu çerçevesinde değerlendirmesi insanlık adına oldukça düşündürücüdür.Türkiye’nin Kovid-19 ile mücadelede diğer devletlere verdiği destek, belki de kendini bir kez daha gösteren Türk Devlet Felsefesinin ne olduğunu, O’nun oturduğu Türk İslam Medeniyetinin nasıl bir anlayışa sahip olduğunu ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. Kovid-19 kapsamında ülke içinde verilen mücadele ve alınan tedbirlerin doğruluğu gün geçtikçe ortaya çıkmakta, sonuçlar hemen herkesi memnun etmektedir. Elbette “yapılan her şey tamamen doğrudur başka şekilde olamaz” demek bütün süreçlerde olduğu gibi burada da güçtür. Yapılan belki de hatalı tercihler zaman zaman değiştirilmektedir. Diğer yandan, dinamik sürecin doğal bir boyutu olarak görülebilecek hataların eleştirilmesinde de ihtiyatlı olmakta ve devlet kurumlarına güvenmekte fayda vardır. Bu noktada, 1999 yılında güya ilik bulma çabasıyla başlayıp kısa zamanda ulusal hayırseverliğe dönüştürülen kampanyaya karşı çıkan dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un bu yaklaşımı hatırlanmalıdır. Kamuoyundan ciddi düzeyde tepki görmüş olsa da süreç içerisinde Durmuş’un öngörü ve teyakkuzu takdir edilmiş, geç de olsa iade-i itibarı verilmiştir.  Söz konusu bu mücadelede özellikle takip edilmesi gereken önemli bir konu Sağlık Bakanlığının verdiği mücadeledir. En tepedeki Sayın Bakan, Fahrettin KOCA’dan en alt birimde çalışan sağlık personeline kadar hemen hepsinin takdire şayan bir süreç yönetimi sergilediği söylenilebilir. Diğer yandan, salgın süresince ihtiyaç duyulabilecek teknik ekipmanların temini konusunda geçen bir ay içerisinde yaşanan gelişmeler Türkiye’nin potansiyelini her birimizin bir kez daha düşünmesine bir vesiledir. Yoğun bakım hastalarının tedavisinde kullanılan, büyük oranda ithalatın konusu olan solunum cihazının yerli imkân ve insan gücümüzle üretilmiş olması tıpkı savunma sanayindeki İHA ve SİHA’larla yakaladığımız ivmeyi sivil sanayiye taşıma umudu aşılamıştır. Bu süreçte, Arçelik, ASELSAN, Baykar, Biosis gibi ulusal markalarımızın emeği her türlü takdirin ötesinde olmakla birlikte Baykar Genel Müdürü Selçuk Bayraktar’ın çabası özelikle vurgulanmalıdır. Hezarfen Ahmet Çelebi’den Takiyüddin Efendi’ye, Nuri Demirağ’dan Devrim otomobil projesine kadar köklü, ama bir o kadar da nakıs bırak(tır!)ılmış bir teknolojik ve sanayi kalkınma öykümüz olduğunun farkında, aklın yolunda ve her anlamda gelişmiş bir ülke olmanın Türk kimliğimizden vazgeçmek demek olmadığını da hatırlatan duruşunun değerli olduğu belirtilmelidir. Yine ayrıca bu süreçte Sağlık Bakanlığının en önemli paydaşlarından olan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın başta Sayın Fahrettin ALTUN olmak üzere bütün kurumun özellikle sosyal medyada sansasyona son derece açık bu süreçte oldukça dikkatli bir çalışmayla olumsuz algı oluşturabilecek pek çok unsurun önüne geçtiği görülmüştür. Bu açıdan İletişim Başkanlığının verdiği mücadelede göz doldurmaktadır. Ayrıca ilgili bakanlıkların yanında yine süreçte paydaş olan Milli Eğitim Bakanlığının, yani Sayın Bakan Ziya SELÇUK ve ekibinin de oldukça yoğun bir mesaiyle geleceğimizin teminatı çocuklarımızın süreçten asgari ölçüde etkilenmelerini sağlayacak ve teknolojik gelişimle bütünleşik olarak yeni yollarla yürüttükleri çalışmaların toplum nazarında oldukça açık bir takdir topladığı söylenebilir.Yine bunlarla birlikte küresel düzeyde de verilen mücadelenin yanında dönemin hassasiyetinden de faydalanarak sürekli ve aleni bir saldırıya maruz kalan Türk ekonomisi beklenenin aksine bir direnç göstermektedir. Ekonomi pek çok ayrı faktörden etkilenen oldukça karmaşık bir yapıdır. Özellikle ülkelere müdahale edilmek istendiğinde küresel güçlerin saldırdığı en önemli noktadır. Çünkü ülke ekonomisi vatandaşa somut olarak doğrudan dokunan, onu harekete geçiren en hassas unsurdur. Bu açıdan değerlendirildiğinde ve yapılan saldırılar dikkate alındığında, Kovid-19 sürecini fırsat bilerek dozu arttırılan saldırılara karşı gösterilen agresif ve anlık müdahaleler Türk ekonomi yönetiminin de ana hatlarıyla doğru kararlar verdiği şeklinde değerlendirilebilir. Geçmiş tecrübeler göstermektedir ki ekonomi yönetiminin değerlendirilmesine özenle dikkat edilmelidir. Çünkü söz konusu bu durum pek çok şeye mal olabilir. Genel anlamda değerlendirildiğinde Kovid-19 sürecinde oldukça başarılı bir sürecin halen devam ettiği görülmektedir. Sürecin bu başarısında özellikle Bakanlar başta olmak üzere yönetim kademesinin alanının uzmanı kişilerden oluşması dikkat çeken önemli bir husustur. Bu durumda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ne denli doğru bir tercih olduğunu ve ülkenin geleceğe taşınmasında ne kadar önemli bir işlev gördüğünü ortaya koymaktadır.Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi özellikle özel bilgi ve çalışma gerektiren konularda uzman olan kişiliklerin siyasete daha doğrusu yine alan bilgilerini icra edecekleri icracı bakanlıklara taşıyarak Türk yönetim sisteminin belki de yıllardır kanayan yarası olan ve sistemin ağır aksak çalışmasına sebebiyet veren hatayı ortadan kaldırmıştır. Bu duruma ilk eleştirinin eski siteminde de dışarıdan teknokrat bakan niteliğinde alanın uzmanı kişilerin atanabilmesine müsaade etmesi ve hatta defalarca denenmiş olmasıdır. Ancak burada göz ardı edilen husus eski sistemin alışılagelmiş yapısından kaynaklı oturan teamülleridir. Elbette orada da dışarıdan atanan alanının uzmanı bakanlara izin verilmektedir. Lakin bu durumun ne denli yadırgandığı, eleştirildiği siyasetin ne denli gerildiği unutulmamalıdır. Oluşan bu olumsuz havanın neticesinde siyasetin bir anda içine düşen, derde deva niteliğinde atanan bakanın ya rahatça işini yapamadığı ve hazin bir başarısızlıkla bakanlığının sonlandığı ya da düzeltilmesi ve doğru bir şekilde yönetilmesi için gelinen yapının bir parçası olup hedeflenen amaçlara ulaşılamadan mevcudun tekrarı bir siyasi figür haline geldiği bilinmektedir.Ayrıca yine konunun bir diğer boyutu da alanın uzmanı kişilerin eski sistemde siyasetin etkisinden kaynaklı yaşanacak entegrasyon sorunundan dolayı böyle bir görevi kolay kolay kabul etmek istememeleridir. O yapıda böyle bir uzmanın sisteme entegrasyonu baskıyı azaltmak adına siyasetten yani seçimden geçmektedir. Ancak alanının uzmanı olan ve işini icra eden uzmanların siyasete girmeyi tercih etmedikleri karşımıza çıkmaktadır. Bu yolun dışındaki atanmada da söz konusu baskılardan rahatsız olacak olan bu kişiler belki de uzman oldukları alanda kendilerini gösterebilecekleri ve gerek kendileri gerekse ülke açısından ciddi bir kazanım elde edilebilecekken doğrudan sistem dışında kalmaktadırlar. Kaldı ki bu entegrasyon sorunu siyasetin aktörlerinin mevcut alışkanlıklarından ötürü daha hafif de olsa hala görülmektedir. Bundan kurtuluş da bu gibi süreçlerde gösterilen başarılarla değişecek olan algı ile olumlu toplumsal kanaatin oturmasıdır. Öyleyse Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi her şeyden önce siyaset üstü bir tutumla korunmalı ve ısrarla üstüne gidilip tartışmalardan uzak tutulmalıdır. Pek çok farklı yenilik getirmesiyle birlikte Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin belki de bu önemli süreçte ne denli doğru bir tercih olduğu ortaya çıkmıştır. Kendinden emin işinin ehli kişiler siyasi baskıdan uzak işlerini yaparlarsa neler başarılabileceği gerek küresel gerekse yerel ölçekte hemen herekse gösterilmiştir.Elbette küresel boyutta oldukça yoğun yaşanan bu sürece, katkı mahiyetinde eleştirilebilecek pek çok hata olabilir. Bu durum böyle bir süreçte doğaldır. Lakin söz konusu eleştirilerin boyutu şiddeti ve amacı üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Böyle hassas bir dönemde ülkenin hemen bütün siyasi aktörlerinin tek bir vücut olması ve konuya hassasiyetle yaklaşmaları doğal ve doğru olandır. Diğer ülke gündemlerinin de incelendiğinde genel itibariyle bu tutumun sergilendiğini görmek oldukça kolaydır. Elbette yukarıda da belirtildiği ölçüde eleştiriler sürece katkı mahiyetinde olacaktır, olmalıdır ve bu durum siyasetin doğası gereği başta ana muhalefet olmak üzere herkese düşer. Ancak burada daha önceki FETÖ/PYD ile mücadelede PKK ile mücadelede hatta Suriye vakıası özelinde pek çok diğer ülke ile verilen mücadelede görüldüğü gibi bir kez daha Y-CHP çizgisinin kendini tekrar ettiği söylenebilir.Burada üzerinde durulması gereken hususların siyaset kurumunda ana muhalefet ne anlama geldiği, vatandaş tarafından ana muhalefet görevi yüklenen siyasi aktörün yani partinin gerçekleştireceği muhalefetin sınırının ne olması gerektiği konuları olarak söylenebilir. Bir muhalefet partisi ülkeye ve ülkenin siyaset kurumuna mı bağlı kalmalıdır yoksa iktidara gelmek adına her türlü söylem eylem yapılabilmeli midir?Söz konusu süreçte görülmektedir ki Y-CHP kendi kurumsal yapısını bile inkâr ederek ülke halinde topyekûn bir mücadelenin verildiği şu günlerde hemen her fırsatı değerlendirip adeta ülkenin topluca verdiği bu mücadeleye köstek olmaktadır. Salgında kesin izolasyon mutlak koşulken paravanlarla bölünmüş odalardan müteşekkil, belki de savaş koşullarındakinin donanımında bile olmayan baraka hastaneler ‘çatarak’ bir cehalet komedyasını sahneye koymak memleketin siyaset sağlığına ve gelecek vizyonuna zararlı bir girişimden başka bir şey değildir. 15 Temmuz’dan bu yana milli birliğin öneminden bahsedilirken Türk kültürünün ayrılmaz parçası olan Alevi kardeşlerimizi ayrı bir dini cemaat olarak yansıtan zihniyeti satın alan da Y-CHP’dir. Kuruluşunda meclis ve meşveret gibi kurumlar olmasına karşın bir mankurt gibi tüm bunları inkâr ederek vatandaşın önüne çıktığı ve kendini var eden seçimlerin dışında başka yol ve yöntemlerle siyasette bir değişim istemesi bir siyasi parti için en hafif tabirle hazindir, kendini inkârdır ve siyasi konkordato ilan etmektir. Bu söylem bir ülkenin siyasetinin ve vatandaşının en önemli kazanımı olan sivil demokrasiye aleni müdahalenin önünü açar ki bu en istenmeyecek durum olarak düşünülmektedir.Ana muhalefetin bu ve benzeri söylemi Kovid-19 sürecinde ısrarla arttırdığı görülmektedir. Adeta süreçten bir kazanım elde edilmek istenmekte her fırsatta devleti küresel alanda sıkıştırmak isteyen pek çok unsura yol açmaktadır. Israrla ve inatla en ülkenin bütün siyasi figürlerinin dikkat etmesi gereken ekonomiyi çeşitli spekülatif beyanlarla yaralamakta sanki bir düşman unsurmuşçasına köşeye sıkıştırmak istemekte olduğu görülmektedir. Özellikle ekonomi ile ilgili bu tutumun nereye hizmet ettiği irdelenmesi ve incelenmesi gereken bir durum olarak düşünülmektedir. Türkiye ekonomik açıdan içine çekilmeye çalışılan kriz durumunu daha önce de defalarca yaşamış ve böyle bir durumun kişi grup parti seçmeden herkese zarar vereceğini ortalama herkes öğrenmiştir. Öyleyse bu ülkeye yeniden bir kriz yaşatmak ana-muhalefete ne kazandıracaktır bu ısrarla üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak düşünülmektedir.Yine bir diğer muhalefet partisinin de kendini siyasete dahil etmek çabası süreçte görülen bir diğer unsurdur. Her şeyden önce bu parti kim olduğunu ne olduğu cevabını halen bulamamış hatta bu cevabı bulamadığından da anlık heyecanla mevcut yerinden kopan pek çok kişinin de ne olduğunu anlamasıyla tabanda ağır ağır boşalmaktadır. Yine kuruluş aşamasında ve 24 Haziran seçim sürecinde terör örgütü uzantılarıyla girilen ilişkilerin ortağın temsilcileri tarafından her fırsatta kullanılması ve açıkça bir tehdit unsuruymuşçasına deklare edilmesi bu durumun inkarını da boşa çıkarmış ve neredeyse dağılım sürecinin ön seslerinin duyulmaya başlandığı şeklinde yorumlanabilir. Kovid-19 süreci çerçevesinde değerlendirildiğinde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Türkiye açısından ne denli önemli olduğu yadsınamaz bir gerçek olduğu düşünülmektedir. Sürecin yönetimindeki başarının vatandaşın zihnindeki soru işaretlerini de ortadan kaldırdığı ve sistemin ağır ağır oturduğu söylenebilir. Yine bu süreç, ana muhalefetin içine düştüğü durumun görülmesiyle birlikte Türkiye’nin müreffeh geleceği açısından Cumhur İttifakının ne kadar önemli bir göre üstelendiğin ortaya koymaktadır. Çünkü Cumhur İttifakı milli düşünenlerin bir arada olduğu 15 Temmuz sonrası ete kemiğe bürünen doğal bir yapı olarak görülmektedir. Türkiye’nin güvenli bir şekilde geleceğe taşınmasında olukça önemli bir vasfı vardır ve bu devam etmelidir.

Devamını Okumak İçin Tıklayınız