KALICI KAHRAMANLAR
Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi (1883-1971) “Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu”nu yazdıktan sonra İstanbul müftisi iken kedisine Amerikan üniversitelerinden biri doktora ünvanı vermek ister ve durum hocaefendiye bildirilir. Hocaefendi, kendi üslubu içinde bu teklifi kabul edemeyeceğini bildirir. Bir gün Ali Yekta Efendi’yi yanına çağırır ve bu teklifi ve kabul etmediğini haber verir. Ardından da, “Acaba bizde kendilerine yakın bir özellik mi gördüler?” diye üzüntülerini bildirir. Bu haberi bana, siyasetin üst kademelerinde olanların da tanıdığı Emin Saraç Hoca efendi söyledi. Hatta Ömer Nasuhi Hoca, “Ölünceye kadar bu haberi kimseye söyleme” diye de uyarır. 1943 yılında İstanbul müftüsü olan, 30 Haziran 1970 tarihinde Diyanet İşleri başkanı olan hoca efendi, ülkemizde kitaplarına en fazla güvenilen insandır. Yalnız halkımız değil, o günlerin Ord. Prof’ları Sıddık Sami, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Nail Kubalı, Ebul Ula el Mardin gibi sahasının en büyükleri, bu eserin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından yayınlanmasını istemişler, takdim ve takriz yazıları yazmışlar ve 1949-1952 yılları arasında sekiz cilt halinde fakülte tarafından basılmıştır. Ve bu, sahasının en büyük uzmanları, İstanbul müftüsü olmaktan ileriye bir unvanı olmayan değerli insanın eserini basmak için kendisine müracaat ederler. Amerikalı bir öğretim görevlisinin izmaritini ele geçirmekten zevk duyar hale gelmiş bir insan, allame-i cihan olsa kimse ona değer vermez. Yine Emin Saraç Hoca anlatır. O günlerde Fener Patrikhanesi’ne seçilen patrik, Ömer Nasuhi Hoca’yı makamında ziyaret eder. Hoca efendi, iade-i ziyaret etmeyince patrik, durumu belediye başkanına bildirir. Belediye başkanı da hoca efendiye söyler. Hoca efendi, “Patriğin bizi ziyareti normaldir. Ama benim onu ziyaretim normal değildir. İslâm’ın izzetini korumak gerekir” der. Belediye başkanı, orta yolu bulur. Başkan, patriği ve Ömer Nasuhi Hoca’yı belediyeye davet eder. Hoca efendi, bu davete icabet ettiğinde başkana, “Senin davetin için geldim, başka bir şey için gelmedim” der. Tarihe mal olmak, toplumlar üzerinde etki yapmak yerinde sabit olmakla mümkün. “Ben, denizdeki karpuz kabuğu gibiyim. Yerim, bulunduğum yerdir, yönüm yoktur, esen rüzgâra göre yol alırım” diyenler, sivrisinekler gibi doğarlar, dost düşman tanımadan herkesten kan emerler, şişerler ve ölürler. İnsanların gönül ufuklarını kara bulutlar gibi kapatan, “Bundan ilerisine gidemezsiniz, bundan ilerisini hayal bile edemezsiniz” diyen putları yere seren İbrahim Aleyhisselâm, Kur’an’da feta (yiğit) olarak tanıtılmakta. (Enbiya 60) Yine Kur’an-ı Kerim’de Firavun gibi çağının en büyük ve en güçlü kralının zulme dayanan, saltanatına son veren, “Bu güç karşısında kimse dayanamaz, öyle ise onun müttefiki olayım” diye düşünmeyen Musa Aleyhisselâm’ın azığını taşıyan insana da feta (yiğit) kelimesi kullanılmış. (Kehf 60-62) Medrese-i Yusufiyye’de (hapishanede) Yusuf Aleyhisselâm’dan iman dersleri alan iki mahkûm için de feta (yiğit) kelimesi kullanılmış. (Yusuf 36) Şehirde kralın kan kusturan kurallarına uyarak veya seyirci kalarak yaşamaktansa mağarada Allah’a kul olarak yaşamayı tercih eden yedi delikanlıya da feta’nın çoğulu olan fitye (yiğitler) kelimesi kullanılmış. (Kehf 10) Ve dünya güzeli bir kadın, kapıları kapadıktan sonra “haydi gel” dediğinde “Allah’a sığınırım” diyerek harama uçkur çözmeyen Yusuf Aleyhisselâm için de feta (yiğit) kelimesi kullanılmış. “Mısır krallığının yolu Züleyha’nın yatağından geçiyorsa, Allah için yatacaksın, Firavun’u yere sermek için ona yaltaklanacaksın Allah için, Dakyanus’a icabında tapınacaksın ve mağarada yatmayacaksın icabında Allah için” diyenler, yiğit olamazlar “yiğ”siz kalırlar.