Kalenin Darbukacısı

Yayınlanma: 12.03.2019 14:49 Güncelleme: 12.03.2019 14:49

   Hafta sonu, Karamanlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Türk Sanat Müziği Korosu’nun Dünya Kadınlar Günü için düzenlediği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu’nda icra ettiği konseri izledim. Her renkten sesin yer aldığı konserde sevilen şarkıları dostlarla birlikte dinleme imkanı buldum. Hoş bir geceydi.    Konserden önceki yarım günüm ise anlatılmaya değer gözlemlerle geçti. Konserin icra edildiği 9 Mart Cumartesi, Ankara ışıl ışıl bir güne uyandı. Öğleden sonra hava sıcaklığı 18 dereceye ulaştı. Ankara’yı bilenler bilir; Başkente bahar Nisan’dan sonra gelir. Mart, ya yağışlıdır ya ayazdır. Güneş yüzünü çok göstermez.   Geçtiğimiz Cumartesi, Ankara’da Mayıs ayına özgü günlerden bir gün yaşandı. Hava böyle olunca konserde buluşmayı kararlaştırdığımız üç arkadaş telefonla haberleştik: “Öğleden sonra buluşalım, güzel havayı kaçırmayalım. Rota, Ankara Kalesi olsun. Konser salonuna da yakın. Çay içer, yürürüz. Belki bir şeyler yeriz.” diyerek sözleştik.   Evden çıkıyorum ve sanki herkes dışarda. Kışın kasvetli havası geride kalmış. Bahar, herkesin içindeki tomurcukları patlatmaya hazır. Trafik kalabalık ve akıcı. Kale civarındaki park yerleri dolu. Uzakta bir yere gidiyoruz ve tek araçlık yer bizi bekliyor.    Anadolu Medeniyetleri, Erimtan ve Koç Müzesi gibi Ankara’nın üç değerli mekanının yer aldığı, Çengelhan, Pilavoğluhan ve sanatçı atölyeleri ile canlanan meydana iniyoruz.   Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı beklerken seçilme ihtimali çok az olan Yenimahalle için aday gösterilen Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin yıllardır emek verdiği Ankara Kalesi ve civarındaki düzenlemelerin merkezi olan geniş alan şimdiden havasını bulmuş. Yıllarca iğreti şekilde duran işyerlerinden ve Kale’ye yakışmayan çirkin görüntülerden eser kalmamış. Parasız hiçbir hizmetin sunulmadığı Ankara’da, bir dönemin mezbeleliğinin girişi tuvalet olarak düzenlenmiş. Ücretsiz, tertemiz bir tuvalet. Ankara’da cami girişlerindeki tuvaletler bile paralı ama burada bedava. Temiz kullanılması ve uygulamanın yaygınlaştırılması dileğiyle yürüyoruz. Kalabalık çok fazla, her yer temiz. Buraya gelenlerin çevre duyarlılığı öteden beri bilinir. Pazarcı tezgahları yerine yapılan ahşap barakalar çevreyle uyumlu olmuş. Altı ay önce yapılan ahşap işyerlerinin bir köşesi çay ocağına ayrılmış. İyi ki öyle olmuş. Çay ocağının önünden başlayan masalar müşteri yoğunluğundan meydanın yarısını işgal etmiş. Masalarda yer bulmak için bekleyenler dikkati çekiyor. Şanslıyız, önünde durduğumuz masanın gençleri hesabı ödeyip kalkarken biz sandalyelere çöküyoruz. Yanıbaşımızda camekan içinde çıtır Ankara simitleri mis gibi kokuyor. Tadına bakılmaz mı? Çaylarımız gelmeden simitlerin yarısını götürüyoruz. Garson, “Çay demini alıyor, 10 dakika bekleteceğim” diyor. Çaylar, beklediğimize değecek kıvamda. Rengi, kokusu, bardağın temizliği ve biçimi buranın iyi bir çay mekanı olacağının sinyalini veriyor. Biz sohbet ediyoruz, çaylarımız tazeleniyor. Çevremizde ve meydanda her yaştan insan var. Ankara’da yaşayan yabancıların da bir hayli fazla olduğunu görüyorum. Yabancı misyonun Ankara’da en çok beğendiği yerlerin başında Kale’nin geldiği öteden bu yana bilinen bir gerçek. Kıyafetlerine bakılırsa, kadınlar baharı çoktan getirmiş.    Kale çevresinde seçime ilişkin hiçbir belirti yok: Parti amblemi, aday afişi vb herhangi bir seçim yazısı asılmamış. Bu gözlemimi arkadaşlarımla paylaşıyorum. Onların değerlendirmesi de “Ne güzel. Keşke Ankara’nın her yerinde aynı yaklaşım benimsense” oluyor.   İşyerleri dolu, Koç Müzesi’nin önünde uzun kuyruk, sanat galerilerine giren çıkan onlarca kişi var ve lokantalarla kafelerde boş yer yok. Dirayetli, becerikli ve görev bilinci ile hareket eden bir belediye başkanının eseri, hangi siyasi görüşten olursa olsun, herkeste hoşnutluk yaratıyor. ‘Yerel yönetimlerde hizmet önceliği kentlerin ortak mekanlarına olmalıdır.’ diye düşünüyorum.    Güneş de kalabalığa cömert davranıyor. Montlar, kabanlar çıkıyor. Gençler zaten tişörtlü. İç kaleye doğru yürümek üzere kalkıyoruz. Kale kapısının önü çok kalabalık; içeriye girenler, dışarıya çıkanlar. Simitçiler, baloncular, daha çok dilenciler kapı önüne yığılmış. Bir darbuka sesi Kale Kapısı’ndan meydana kadar ulaşıyor. Meydanın uğultusu bir müzikse darbuka bu uğultuya ya da kalabalığa  ritm tutuyor. Düm tek sesleri yankılanıyor. Hoş tempo. Ritim daha çok tek düze, arada bir düm tek’ler hızlanıyor.    Kalabalığın arasından darbukacıyı görebiliyorum. 8 veya 9 yaşında bir çocuk. Boyu hayli kısa. Kafası bedenine göre çok büyük. Kapkara saçları kısa kesilmiş. Burun ve gözleri çok iri. Geniş yüzünün büyük bölümünü burnu ve gözleri doldurmuş. Koltuğunun altına sıkıştırıp sımsıkı kucakladığı darbukayı darplarla sarsarken arada bir o büyükçe başını kaldırıp, iri, kara gözleriyle çevresine  toplananları süzmekten geri kalmıyor. Yanındaki plastik kutuya her para atılışında düm tek’ler daha güçlü çıkıyor. Profesyonel büyükleri gibi darbukasının kenarına kadar düşürdüğü başını farklı bir ritme geçerken, sağdan sola doğru artistik bir tavırla çevirip hızla yukarı kaldırıyor. Dinleyicilerine hava yaparken, kalabalığa göz atma fırsatını kaçırmıyor.    “Baharı Ankara’da darbuka ile karşıladık” desem, yalan söylememiş olurum. Kale’de bahar havası vardı, bahar coşkusu vardı ve darbukanın düm tek’leri vardı.Minik darbukacıda hiç yorgunluk belirtisi yoktu. Dinleyicilerin cömertliği, o bir çocuk da olsa, yorgunluğunu alıyor, işini şevkle yaptırıyordu. İzleyicilerin birbirlerine darbukacının sol elini, daha doğrusu olmayan elini işaret ettiklerinin ayırdına geç vardım. Darbukacının, doğuştan olmalı, sol eli gelişmemiş, el olması gereken yerde bilekten itibaren iki parmağın birleşmesiyle oluşmuş gibi bir et parçası uzanıyordu. Ritimleri sol bileğindeki et parçası ile tutan darbukacı çocuk, sağ elinin parmaklarıyla darpları çok güçlü çıkarıyordu. Kalabalık içinde darbukacı çocuğun sol koluna odaklanarak fotoğraf çekenleri gördüm, ‘vah zavallıcık’ diyenleri duydum.    Yıllar önce okuduğum bir gerçek öyküyü hatırladım. Doğuştan el ve ayakları olmayan bir ABD’li gencin, tenise heves ettiği günlerde kendini motive için bulduğu ‘Tenis yapmak için her şeye sahibim. Sadece kol ve ayaklarım yok’ sözleri aklıma geldi. Bu tenisçinin daha sonra şampiyonluklar kazandığını ve binlerce kişiye umut aşıladığını da unutmamıştım. Güç veren bir motto olan bu sözü dönem dönem hatırlarım: ‘Tenis oynamak için her şeye sahibim. Sadece kol ve bacaklarım yok.’   Uzuv eksikliği herhangi bir etkinlik için engel değildir. Yeter ki o kişiye yapacağı veya ilgi duyduğu aktivite için imkanlar sağlansın.   Mart’ın ikinci haftasında baharı ritimle, düm tek’le karşılayan bu küçük darbukacı bir gün dünyaca ünlü perküsyon sanatçımız Burhan Öçal’ın yerini niye almasın? Umarım darbuka çalmayı zevkle, keyifle yapıyordur. Dilenmenin aracı olarak değildir. Çünkü Ankara’da özellikle küçük yaştaki çocuklar, ellerine iğreti bir müzik aleti tutuşturulup bir köşeye oturtuluyor. O çocuk en az 8-10 saat aynı tınıyı çıkarmaya çalışarak vicdan sömürüsü yapıyor. Bütün gün işyerinin önünden gelen ve müzikle hiç ilgisi olmayan bu tınıları dinlemek zorunda kalan esnafın yaşadığı işkenceyi tahayyül edebilir misiniz?     Müzik konusunda yeterli ve yetenekli değilim, dinleyici olmaktan öteye gidemedim. Bir enstruman çalmayı ise hiç denemedim. Daha çok üflemeli ve yaylı çalgıları dinlemekten hoşlanırım. Kale’nin küçük darbukacısıyla karşılaşınca aslında darbuka dinlemekten de keyif aldığımı fark ettim.    Daha önceki yazılarımda bazı şarkıları paylaştığımı hatırlatan dostların, ‘yeni önerilerin yok mu’ yakınmalarını da dikkate alarak bir kaç sanatçının adını paylaşmama vesile olan minik darbukacıya teşekkür ederim. Bana bir Beyrut gecesinde, İstanbul’un Nevizade’sini çağrıştıran bir sokakta oturduğumuz mekanda adını ilk kez duyup dinlediğim Lübnanlı darbuka sanatçısı Rony Barrak’ı hatırlattı. Sanatçı Aynur’un, Morgenland Chamber Orkestrası eşliğinde okuduğu Türkçesi ‘Kürt Kızı’ olan ‘Keça Kurdan’ eserini dinlemenizi isterim. Bu şarkıda Rony Barrak’ın ritmine hayran kalacaksınız. Yine aynı sanatçının Al Bustan Festivali’nde orkestra üyelerinin tamamına enstrümanlarıyla ritim tutturduğu çalışması ile tangolarını izlemenizi öneririm. Her iki esere internet üzerinden ulaşabilirsiniz. Darbuka denilince, Ahmet Kaya’nın Kum Gibi, Erkin Koray’ın Şaşkın, Müslüm Gürses’in Kısmetim Kapanmış şarkılarını unutmak olmaz. Burhan Öçal’ın şahsında perküsyon sanatçılarımıza Ankara’dan bahar serinliği gönderiyorum. Umarım hissederler. Çünkü her sanatçının bizlerde hakkı vardır.    Darbuka denilince 40 yaş üstü çoğu kişinin aklına gelen ilk isim Hüseyin İleri olur. İki yıl önce kaybettiğimiz sanatçıyı çok dinledim. Hem darbukasını, hem anılarını... Afişlerde adı tüm sanatçılardan sonra ‘Ve Hüseyin İleri’ şeklinde yer alırdı. Konserlerde ve stüdyo çekimlerinde ise sunucu, saz ekibinin isimlerini okur, son olarak ‘ve de ritim sazda Hüseyin İleri’ anonsunu yapardı. Hüseyin İleri 1970’li yıllardan itibaren Türk Sanat Müziği okuyan her ünlü sanatçının kadrosunda mutlaka yer aldı. Darbuka virtüözü kabul edilen Hüseyin İleri, TRT’de yasakken darbukayı Ankara Radyosu’na sokan ilk kişi oldu. O yıllarda darbuka olarak isimlendirilmez, ritim saz denilirdi. Hüseyin İleri adını hiç duymamışlar için Mustafa Sandal’ın dedesiydi hatırlatması yaparak, rahmet dileyelim.    Bir konsere giderken, bir müzik yolcusu önüme çıktı. Karamanlılar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Türk Sanat Müziği Korosu’nun konserini anlatmayı planladığım yazıma el koydu. Kendini yazdırmayı başardı. Kim bilir, minik darbukacı bir gün ünlülerle aynı sahneyi paylaşır. Yazı yolculuğu da bir nasip işidir. Bu yazı konsere niyet, darbukacıya kısmet oldu. İnşallah konser izlenimlerimi bir sonraki yazıda paylaşırım.

Devamını Okumak İçin Tıklayınız