Hasan Baran’ın Yeni Romanından Bir Bölüm: YÖRÜKLER

Yayınlanma: 08.07.2025 16:38 Güncelleme: 08.07.2025 16:38

Toros dağlarının etekleri Teke Yarımadası'ndan başlar.    Sahilleri vuran ak köpüklü dalgalardan sonra zirvelere doğru eğim eğim yükselir.   Suriye sınırına kadar Akdeniz'in üstünde yüklüce ak bulutlar dolanır.    Torosların yücelerinde barınan Yörükler sonbahar yelleri esmeye başlayıp da kuşlar boyunlarını kanatlarının arasına çekip kuytularda büzülünce, bu yellerin kökünden söküp kopardığı, oradan oraya savurduğu her biri bir sepet büyüklüğündeki döngele dikenleri, kara çadırlar arasında dönüp durunca yayladan kasabaya inerler, yayladan topladıkları elma, armut, muşmula,  alıçları satarlar. Atlara, katırlara yükledikleri küfeler dolusu meyveleri buğday ile değişir, topladıkları buğdayları karakeçi kılından dokunmuş çuvallara doldururlar. Kırkım sonrasında kirmenle çevrilerek ip haline getirilen ve ilkel tezgâhlarda elle dokunan, keçi kılından, çok sağlam olan bu çuvallar şişkin camız karınları gibi kara kara parlardı. O kadar sık dokunurlardı ki, yağmurda karda içine bir damla su girmezdi. İşte bu kara çuvallara doldurup buğdayları, mutlu bir şekilde köylerine giderdi Toros köylüleri. Gidemeyenler ertesi güne kalanlar da köy evinde konuk edilir, yedirilir içirilirdi. Etrafına ne kadar suskun ve sertse köyün erkekleri, misafirlerine de aksine o kadar tatlı yumuşak, şefkatli bir sesle konuşurlardı. Önlerine konulan yiyecekleri yemekten imtina eden misafirlerine, şefkatli bir sesle; “Yesene gardaşım,” derlerdi, “burası senin de evin, misafir kardeşliktir, bizde kardeşiz, kardeşinin evindesin.” Akdeniz Bölgesi boyunca uzanan Toroslar, Batı, Orta ve Güneydoğu Toroslar olmak üzere üç bölüme ayrılır.  Bizim Kasabaya Toros köylüleri genellikle Orta Toros köylerinden gelirlerdi. Bu köylülerin peşine takılıp Torosların heybetli yapısını, sihirli güzelliklerini adım adım gezmek ve o mis gibi kokulu elmaları, armutları, alıçları, muşmulaları dağın yücelerinde dalından koparıp yemek isterdim. Ergendim, bu benim içten gelen özlemimdi. Geçmişte kalan ergenlik üzerine çok şey söylenebilir. İnsanın kendi tecrübeleriyle anlam kazanan, hayatı boyunca ondan ayrılmayan ve geleceğine etki eden ergenlik döneminin izleri bir ömür boyu insanı takip eder. Anılar ören bir örümcektir ergenlik. Büyülü bir zaman makinesidir. İnsan geri zamanlara dönüp ergenliğindeki kendisiyle sohbet edebilir. Ben çok sohbet ederim ergenliğimle… Benim için ergenliğim o kadar değerlidir ki, hangi şartlarda geçirmiş olursam olayım hiç unutmaz o ergenlik zamanlarımı, her zaman hatırlarım. Ve ne zaman ergenliğimi hatırlasam aklıma işte o Toros köylülerinin getirdiği güzel kokulu lezzetli meyveler gelir. Nasıl güzel kokardı o meyveler. Sanki dağın envai çeşit bitki örtüsünün, adaçaylarının, kekiklerin, yarpuzların, orman güllerinin kokusu sinmişti bu meyvelere. Bu meyvelerin insana çok hoş gelen esrik bir kokusu vardı.  Bu koku Toros dağlarından gelip insanın ruhuna geçen,  keskin, çok güzel bir kokuydu.  Bu koku insana canlılık verirdi.  Bu koku adeta ergenliğimin tasviri gibiydi. Ergenliğimde Kasaba’nın hemen yanındaki köyümüzde, çocukluktan kalma bir iz düşümüyle her şey bir oyun olarak görünür ve yaşam enerjisi hiç bitmezdi. O yıllar güzel, saf, masum yıllardı. Bana saflığı, güzelliği, mutluluğu hatırlatan anılar bütünüydü. O köyde çocukluğum ve ergenliğim renkli masallar, hayaller ve umutlarla doluydu… Toros köylülerinin bu mis kokulu meyveleri toplayıp getirdikleri yerler bana saklı bir cennet gibi gelirdi. Bu cennetin meyvelerini koparıp yemek, şırıl şırıl pınarlarından su içmek, mağaralarında gezinmek,  şelalelerinin altında ıslanmak, ormanlarında koca boynuzlu geyikleri görmek isterdim.  En çok da zahmetli dağ yollarını aşarak, katırlarla,  dağın aşağısındaki yerlerden erken olgunlaştığı için, Kasaba’nın erken dönem turfanda meyve ihtiyacını karşılayan, o sağlam yapılı, her zaman güleç yüzlü bu çalışkan Yörüklerin yaşadıkları yerleri merak ederdim. Sarıkeçili Yörükleriydi bunlar. Konya-Karaman-Mersin bölgesinde yaşayan göçer bir topluluktu. Anadolu sosyo-kültürel coğrafyası içinde belirli bir konuma sahip Sarıkeçili Yörükleri göçerlikten yerleşik hayata geçiş sürecini son elli yıldır yoğun bir şekilde yaşamaktaydılar.  Sarıkeçililerin atalarından devraldıkları bir miras olarak sürdürdükleri göçerliğini Torosların yamaçlarındaki köylerinde sürdürüyorlardı. Yörük kültürü çok zengin bir kültürdü. Onlar, kara çadırlarını kurdukları yaylaların efendileriydiler. Keçi kılından kaba olarak dokunan o kocaman kara çadırlar; sıcağı, soğuğu ve suyu izole ederdi, istenilen yere kolayca taşınabilirdi. Altı direkle kurulurdu bu çadırlar, Yörük aşiretinin başının çadırının yedi direği bulunurdu.  Kara çadırın içi yatılacak, oturulacak, yemek yenilecek bölümler olarak düzenlenmişti. Düğünlerde gelin ve damat için beyaz keçi kılından yapılmış ak çadır kurulur; önünde davul zurna çalınır.  ‘Karamanın Yolları’, ‘Keklik’, ‘Silifke’nin Yoğurdu’, ‘Anamur Yolları’, ‘Konyalım’ türküleri çalınıp kaşıklarla oynanarak, gelin damat ak çadıra sokulurdu. Çadır kelimesi, Yörük dilinin o zengin konuşma geleneğinden ‘çat’ kökünden gelirdi. İlkbaharları ve yazları köylerinde duramayıp sanki düşlerinin peşine düşer gibi üç günde yaylalara yürüyüp kara çadırlarını çatarlardı ve yürüdükleri için,’Yörü’ ‘Yürüyen’ anlamına gelen, ‘Yörük’ derlerdi onlara. Turna katarı gibi Torosların yücelerinde yaylalara göçmek bir hayat tarzıydı onlar için. Böylece yaylaların özgün bir parçası olurlar, keklik seslerini, uçsuz bucaksız yaylalarda dolanan yelin binlerce ıslığını dinleye dinleye uyurlardı. Dokudukları halıların kilimlerin motifleri, yaylalardaki çiçeklere benzerdi bu yüzden, o çiçeklerin rengini şeklini alırdı. Çiçeklerin rengini en güzel de yünlerden eğirip yaptıkları bitkileri kaynatıp kökboyasıyla boyadıkları halı motiflerine verirlerdi, sanki birer çiçek bahçesi olurdu o halılar. Bu Yörüklerin köylerini, yaylaklarını görmeyi çok isterdim. Bir gün bu dileğim gerçek oldu.  Minibüsü olan bir arkadaşın; “Toros köyündeki ahbabımızı gidip bir ziyaret edelim” demesiyle çok görmeyi istediğim Toros köylerinden birine gitme hayalim gerçekleşti.  Önce kahveye uğradık.  “Bize refakat etmek isteyen var mı?” diye sorduğumuzda, hemen uzun boylu bir genç yanımızda bitiverdi. Böylece onu da yanımıza alıp yola koyulduk. Karaman ovasının altın sarısı anızları arasından geçen düz yolları bitirip, efsaneler dağı Torosların engebeli, bükümlü yollarına girdik. Ardıç ve kekik kokulu yollarda ilerlerken dönemeçlere girmekte olduğumuz bir anda, aracımız yavaşladığında bize refakat eden genç,  şoföre “dur… dur…” diye bir haykırış kopardı ve minibüsün durmasıyla yan sürgülü kapıyı açıp aşağıya atladı.  O anda çalılığın dibinde kendini saklayan kocaman bir kınalı kekliğin kanatlarını gürültülü bir şekilde hızla çırparak uçup gittiğini gördük.  Yeni uçmayı öğrenme aşamasında olan dört beş tane yavru keklik de sekerek uzun atlayışlar yaparak ana kekliğin uçtuğu istikamete doğru hızla ilerlediler. Genç, onları yakalamak amacıyla arkalarından kayadan kayaya atlayarak bizden hayli uzaklaştı.  Onu beklemeyip yola devam etmemizi bağırarak, gözden kayboldu. Bir evlik yerden daha fazla toprak yeri görünmüyordu. Ulu çamlar, gürgenler karaya kırmızıya maviye çalan kayaların arasından gökyüzüne doğru akmıştı. Buralarda bu kayalık yerlerde hemen hemen hiçbir hayvana rastlanmazdı. Yalnızca, o da çok seyrek olarak, gün battığı vakitlerde yarma bir kayanın tepesinde kocaman çangallı boynuzlarını boynuna yatırmış bir geyik, bacaklarını yay gibi gerip, sonsuzluğa bakarcasına dururdu.  Biz de çam kokusuyla karışık, Ağustos böceği seslerinden büyülenmiş halde mor kayalıklı Torosların sarp yollarında varacağımız köye hava kararmadan ulaşabilmenin gayreti içinde yolumuza devam ettik.  Yolculuğumuz sırasında, Torosların yamaçlarında bulunan küçük köylerin tam ortasından bazı köylerin üst kenarından evlerin yalnızca düz toprak damlarını kuşbakışı seyrederek geçiyorduk. Bu tür dağ köylerini ilk kez gördüğümden çok heyecanlanmıştım. Köye yaklaşınca bir serinlik vuruyordu insanın yüzüne, dağların içinden akıp gelen berrak, tertemiz buz gibi suların serinliği vuruyordu… Köy, Torosların yücesinde saklı bir cennete benziyordu… Sanki medeniyet denilen o hastalıklı ilerleme gelmemişti buraya, insanlar hiç bozulmamış, nineler kırık dökük evlerin tahta balkonlarından çiçekli şalvarları, üstlerinde üç etekleri ve uzun kollu yakasız renkli giysileri, başlarına doladıkları renkli boncuklarla işlenmiş iğne oyalı beyaz tülbentleriyle gülümseyerek meraklı bakışlarla bakıyorlardı.  Bu nineler baharın başında kızlarını gelinlerini alırlar yanlarına, evlerini sarı çamurla bir güzel tertemiz cilalarlar… her yer killi toprak kokardı. Boş zamanlarında ise Yörük yaşama biçimini yansıtan ve renk uyumları çok güzel, desenlerine göre değişik adlar alan; ‘mor ayak’, ‘yürek üstü’ gibi motifleri, türkülerle işleyerek, heybe, kilim ve halı dokurlardı… Bu köyde kadınlar her şeydi…  Yaşlı kadınlar bile, zayıflamış bitmiş, yerinden kıpırdamayacak bir halde gözüken kadınlar bile eşek üzerinde tarlaya giderken güneşten yanmış, kararmış, kırış kırış olmuş yüzleriyle insanlara kuşlara, çiçeklere gülümserlerdi.  Kaç yaşında olursa olsun kadınların yüzlerinden çevrelerine hayat ışığı yayılırdı. Saf insan sevgisiyle gülümserlerdi. Koyun keçi otlatan çocuklar ellerinde uzun akkavak dalları masallarda yaşıyormuş gibi kuzuların oğlakların peşinde sevinçle zıplarlar; kuytularda yumurtalarını biriktirip de kuluçkaya yatan boyunlarını kanatlarının arasına çekmiş kurk tavuklarını takip ederler, civcivler çıkınca, yumak yumak, yumuşak, sanki dağılıverecekmiş gibi duran bir top sarı tüye benzeyen, toza belenen civcivleri alır ellerine, gülümseyerek okşarlardı. Değneğine çöke çöke, bir yürüyüp bir durarak evlerin arasında dolanan dedeler bile gülümserdi. Yaylaya göçtüklerinde yaşadıkları çadırların karalığına inat bu insanlar; çoluk çocuk genç yaşlı, erkek kadın, usuz bucaksız, bembeyaz, ışıl ışıl gülümserlerdi. Alışveriş yapacak bir bakkal bile yoktu köyde. Herkes imece usulü toplanır, yağını, etliğini, sucuğunu, kavurmasını, turşusunu,  ununu, salçasını, eriştesini, bulgurunu, tarhanasını, tuluğunu, peynirini, biber domates patlıcan bamya kurusunu yapar, şepit dedikleri incecik yufka ekmekleri insan boyu yığarlardı. Bir tek şeker tuz ve diğer yapamadıkları şeyleri dışarıdan alırlardı. Bu köyde herkesin birbirinden haberi olurdu. Koskocaman bir aile gibiydi bu insanlar. Birbirlerinin sevinciyle sevinir,  birbirlerinin derdiyle üzülürlerdi,  iyilikleriyle güçlenirlerdi. Bu köydeki herkes birbirinin akrabasıydı. Akraba olmayanda birbirini akraba bellerdi, öyle içten yakındılar birbirlerine. İşte bu köyde durduk. Köylülere gideceğimiz köyün yolunu sorduk.  Köylüler bizi misafir etmek için birbirleriyle yarıştılar, bizi bırakmadılar, misafir ettiler. O gece orada kalıp sabah tarif ettikleri yola koyulduk Gitmekte olduğumuz yolun iki yanında iri gövdeli ardıç ağaçları ferahlatıcı kokularını etrafa saçıyorlardı. Bir ara etrafı seyretmek için durduk.  Bodur bir ardıç ağacının yola doğru uzamış dalı üzerinde iki serçe kuşu cıvıldaşarak oynaşıyor, dal boyu havalanıyor, boşlukta kanat çırparak ikisi de aynı yükseklikte karşı karşıya geliyor, cıvıltılı muhabbetlerini sürdürüyor,  arada bir kalkıyor, dala tekrar konarak, sonra tekrar havalanıp havada aynı boşlukta kanat çırparak karşılıklı cıvıltılarına devam ediyorlardı.  Ergenlik aklımla bu serçeler iki aşık mı, yoksa dedikodu eden iki serçe mi diye düşünmeden edemedim. Aracımız yer yer kekik kümelerinin yaydığı kokuların arasında ıssız Torosların bozuk yollarında hırıldayarak ilerlerken sevimli serçelerden etkilenmiş olarak onları düşünüyordum. Güneş batı yönüne iyiden iyiye eğildiği için etkisi de kaybolmuş, havanın yoğun sıcaklığı azalmaya başlamıştı. Bir köyün girişinden çıkışına kadar sıralı incir bahçelerinden yayılan olgun incirlerin insanı mest eden kokusu ve nar ağaçlarında renkli kâğıt fenerler gibi asılı duran yeşilimsi kırmızımsı top top narların cezbediciliği, Toros köylerinin masalımsı güzellikleri etrafa büyülü bir hava veriyordu. Köy yolunda mesafe belirten hiç bir levha yoktu, ama sürpriz yapacağımız arkadaşımızın köyüne yaklaştığımızı, içinden geçip geldiğimiz köydeki insanların tarifleriyle ve aklımızda kalan bilgilere göre hissediyorduk.  Hislerimiz doğru çıktı ve bir müddet sonra uzaktan köy görünmeye başladı. Girişte toz yoğunluğu içinde çan sesleri eşliğinde meleşerek köye yaklaşmış olan bir koyun keçi sürüsüne rastladık. Bir müddet onların önümüzden geçip gitmelerini izledik.  Önümüzden bir toz bulutu yaratarak geçip giden koyunların keçilerin peşi sıra köye girdik. Sürü kısa zamanda evlere dağıldı. Köyün içi çürümüş yaprak kokuyordu.  Toprak damlı evler, önleri sığır tezeği yığılı ahırlar, ötüşen horozlar, havlayan köpekler ne varsa köyde, hepsi ince bir tozun içinde kaybolup gitmiştiler. Usuldan usuldan evlerin üstüne bir toz çiseliyor, tozla birlikte, hafif de bir yel esiyordu. Yel, sıcak bir yeldi. Arada bir, durup durup köpekler havlıyorlardı. Sonra, yalnız bir horoz uzun uzun öttü. Uzaktan, dağın ötesindeki yoldan bir uzun hava bozlak sesi duyuldu. Bir ara uzun hava kesiliyor, sonra tekrar başlıyordu.  Köy meydanında, sohbet eden köylülerden arkadaşımızın bağda olduğunu öğrenince köyden birinin refakatinde köyden uzak olmayan bağa geldik. İlerde elli metre kadar aşağıda pırıl pırıl Göksu ırmağı büklerin arasından mavi bir sis gibi akıp gidiyordu.  Göksu ırmağının bıraktığı alüvyonla buraların toprakları çok verimliydi... Öteki köylere bakarak geniş bereketli toprakları vardı. Ekinler biçilmiş, firezler ışıl ışıl parlıyordu.  Büyük bir düzlükteydi bu topraklar. Bu düzlüğün en son bitimindeydi bağ. Bağdan sonrası yine Torosların alacalı keskin kenarlı kayalıklarıydı.   Arkadaşımız bizi görünce çok sevindi. Ergenlikteki arkadaşlıklar üzerine çok şey söylenebilir. İnsanın kendi tecrübeleriyle anlam kazanan, hayatı boyunca ondan ayrılmayan ve geleceğine etki eden bu dönemin izleri bir ömür boyu insanı takip eder. Çoğumuz derin bir özlemle ergenliğimizdeki arkadaşımızı hatırlarız. Artık geçmişte kalan ve bir daha geri gelmeyecek olan bu dönem o kadar değerlidir ki, hangi şartlarda geçirilmiş olursa olsun insan hiç unutmaz o ergenlik yıllarındaki arkadaşını, her zaman hatırlar. Arkadaşımız bizi görünce deli divane oldu. Bağda hazine bulsa o kadar sevinmezdi. Ne ikram edeceğini şaşırmıştı. Bağ evine giriyor çıkıyor ha bire sofraya yiyecek bir şeyler getiriyordu. Arkadaşımızın sesi dillere destandı. “Haydi, bir türkü söyle” dedik.  Başladı türkü söylemeye. Türkü sanki ondan çıkmıyor, Göksu ırmağının sularından, Torosların yücesinden geliyor gibiydi... Uzaktan, Kıbrıs Adası’nın Beşparmak dağlarından,  Şam’dan, Bağdat’tan, Beyrut’tan geliyor gibiydi.  Mağara sarkıtlarının bin yıllık tuzu, çamların, ardıçların sakızı, kekiklerin kokusu bulaşmıştı sesine. Toroslar’da herkes duysun diye bağırıyordu: “Eyvanına vardım, eyvanı çamur Odasına vardım, elleri hamur Uykudan uyanmış, gözleri mahmur Ömrümde görmedim böyle gelini Gelini, gelini, Türkmen gelini.” Hava kararmak üzere olduğu için, bağda fazla zaman kaybetmeden köye döndük, biraz sohbet edip, dinlendikten sonra, arkadaşımızın “gece misafirim olun” diye ısrarına rağmen ziyareti bitirip köyden ayrılarak dönüş yoluna girdik. Güneşin Toroslar’da batışını gördüm, muhteşemdi. Güneş kayalıkların üstünde bir zaman duruyor, orada kızarıyor, sonra kıpkırmızı kan kesiliyordu. Birden batıveriyordu sonra da... Hava karardıkça, yol kenarındaki ulu ardıçlar, çamlar ve diğer dağ bitkileri karanlıklar içinde daha irileşip çoğalıyorlar, korku filmlerindeki hayaletler gibi ürpertici bir yeşil sis içinde titreşiyorlardı.  Dağlardaki ürpertici ıssızlığı, minibüsümüzün sesinin bozduğunu sandığımız anda yavaş yavaş yükseklerdeki yolların dolambaçlarında temkinli yol alırken aracımızın önünden, yolun sağ tarafındaki bağlardan üzüm yiyip geldikleri belli olan uzun kuyruklu bir tilki iki yavrusuyla sol tarafa geçip durdu.  Işıldayan gözleriyle bizi seyretmeye koyuldu, biz de bir müddet onu seyredip sonra yolumuza koyulduk. Aracımız hırıldayarak yol alırken, farların aydınlattığı dağ yolunun sağı solu karanlık içinde ürpertili görünümlü ardıçlar, çamlar ve mor kayalar gece karanlığında her biri irileşip çoğalmışlar gibi, korkutucu heybetli görünüyorlardı. Gündüz geçtiğimiz dağ köylerinin toprak damlı evlerinin pencerelerinde gaz lambalarının alevleri titreşiyordu.  Bu evlerden herhangi birisinin kapısını çalıp misafir olup sohbet etsek, hepsi de eminim, bir şiir, bir türkü gibi konuşurdu.  Bir türkü başlardı gürül gürül, Türkmen türküsü... Dadaloğlu türküsü... “Kalktı göç eyledi Avşar illeri  Ağır ağır giden iller bizimdir. Arap atlar yakın eyler ırağı Yüce dağlar aşan yollar bizimdir.” Gün batmış, ortalık kararmış, duman içinde kalmıştı Toroslar.  Dağın üstüne kara bir sis inmişti.  Gökyüzü yıldızlarla dolu, ışıl ışıldı.  Yıldızlar gaz lambası şavkında ipek bir duvar halısı gibi mavi yeşil mor parlıyordu. Dağın tepesinde bir yıldız kümesi top top patlar gibiydi.  Arada bir dağın üstüne yıldız akıyordu.  Kim bilir, Dadaloğlu, Karacaoğlan bu köylere misafir olmuş muydu? Köylüleri bir araya toplayıp onlara türküler söylemişler miydi?  Köyün girişinde aracımızı karşılayan boyunları hırtarlı çoban köpekleri, gecenin karanlık sessizliğinde, köyün ıssızlığında, koro halinde yüksek sesle havlayınca ışığı yanmayan evlerin pencerelerinden fersiz ışıklar belirmeye başlamıştı. Köpekler koşturup havlayarak köy çıkışına kadar eşlik ettikten sonra peşimizi bıraktıklar. Torosların yücelerinde gökyüzünü ve yıldızları seyretmenin doyulmaz keyfini ilk kez yaşıyordum. Dağ sevgisi bambaşka bir sevgiydi. Başka sevgilere benzemiyordu. Yıldızlı gök kubbenin altındaki sessiz karanlık gecede ıssız Toros dağlarını arkamızda bırakmaya az kalmıştı. Daha önce hiç görmediğim iki siyah kuş,  çığlıklar atarak yanı başımızdan uçarak geçip gitti. Karaman Ovası'na girdiğimizde anızların ağır büyülü kokuları ta Toroslara kadar gidiyordu.

Devamını Okumak İçin Tıklayınız