HÂL DİLİ HER YERDE GEÇERLİDİR
Merhum, değerli yazarlarımızdan birini ziyaret için gittiğimde yazıhanesinde yalnız başına oturuyordu. Selam ve kucaklaşmadan sonra, “Hoca sana bir mektup okuyayım” dedi ve okudu. Mektup sanki Fatih Sultan Muhammed’in özel kalemi Nişancı’nın kaleminden çıkmış gibi ağır Osmanlıca yazılmış. Mektubun son cümlesi, “Sen bu tümcelerden de anlamazsın” diye bitirmiş mektubu. Mektubu yazan kişi, yazarımızın Öztürkçe yazmasına kızmış; yazarımız da ona cevap vermiş. “Elest” bezminde Rabbimize olan imanımızı “Bela/Evet” diyerek ikrar ettikten sonra Rabbimiz, Hazreti Adem’e kelimeleri öğretmiş. Yani önce Kelam, sonra İman, sonra eşyanın isimlerini öğrenme. Hazreti Adem, kendisine gelen vahyi, ailesine ve çocuklarına Rabbinden aldığı şekliyle tebliğ etmiş. Asıl olan Rab ve O’na iman ama Rabbimizi ve imanımızı öğrenmek ve öğretmek için dile ihtiyaç var. Biz, çağımızda insanların çoğunluğunun dilini kullanacağız. Sevgili Peygamberimiz, bazı kabilelere tebliğ için gittiğinde onların şivesini kullanarak konuşmuş. Nahv kitaplarımızda bilinen kelimelerin başına “el” takısı geldiği halde o gittiği kabiledekiler, “el” yerine “em” kelimesini kullanırlarmış. Sevgili Peygamberimiz de bilinen isimlerin başında “el yerine em” kullanmış. Asıl olan Allah’a kulluktur. Nasıl kulluk yapacağımızı, Mabudumuz belirler, Rasülü de onu bize tebliğ eder, açıklar ve uygulamasını da bize gösterir. Tebliğinde de en seçkin, en sevimli, en akıcı, gönül açıcı, sıcaklığı olan kelimeleri kullandığı gibi, biz de aşırılığa gitmeden, bugün hangi ülkede, hangi ırka, hangi salonda, hangi gruba, hangi dille konuşuyorlarsa onların diliyle anlatmaya çalışacağız. Japon’a Türkçe, İngiliz’e Arapça, Lulu kabilesine Farsça konuşmanın hiçbir anlamı yok ama, “hâl dili” her yerde geçerlidir. Avrupa’ya işçi olarak ilk gidenlerin hepsi, gittikleri ülkelerin dilini bilmezlerdi. Ama patronun uzaktan takip ettiği işçiler içinde bazılarının tavırlarından etkilenerek Müslüman olduklarını o zamanlarda okumuştuk. 1971 veya 72 yılında Konya İslam Enstitüsü salonunda, Profesör Dr. Muhammed Hamidullah merhum, bir konuşma yapmıştı. Tercümanlığını Doç. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı Beyefendi yapmıştı. Konferans sonunda sorular bölümünde bir dinleyici, “Her hafta birkaç Fransız’ın Müslüman olduğunu söylediniz. En fazla hangi sebepten Müslüman oluyorlar?” demişti. Hocaefendi, “Sizin tahmin ettiğiniz sebeplerden değil. Size göre ben, bir Fransız’la tartışmaya gireceğim ve ben ona galip geleceğim, o da Müslüman olacak; böyle bir şey hiç olmadı. Benim bildiğim en son Müslüman olan Fransız, Şanzelize’de gezerken çayırlar üzerinde yatıp kalkan bir adam görür, ayakta kıyamdan sonra eğiliyor rükûya varıyor, sonra alnını çayırların üzerine koyuyor ve bu hareketleri birkaç defa yaptıktan sonra selam verip, kalkıp gidecekken bu Fransız, ona, yaptığı işin ne olduğunu soruyor. O da “Müslüman olduğunu, günde beş vakit bu hareketleri yaptığını, bütün insanlara selamet dileyerek namazdan çıktığını söyleyince “İşte Allaha kulluk böyle olur, bana da anlatır mısınız?” deyince, Namaz kılan, “Ben fazla bilmem ama filan yerdeki camiye git” der ve adres verir, o da gider, cami cemaati oluverir. Hâl dili... Sevgili Peygamberimizin adı Muhammed olduğu halde bir de “Emin/Güvenilen adam” ünvanı vardır. Ebu Cehil de O’nun emin olduğunu biliyordu ama hidayet nasip olmadı. Biz, dinimizi anlatırken cümlelerimizin içindeki kelimelerimize kin kokusu vermemeye dikkat edeceğiz. Bülbüller, ilkbaharda üç bin kilometreden gül kokusunu alır ve yırtıcı kuşların korkusuna içinde yer kalmadığından yoluna devam eder. Üveys/Veysel Karani (rh.) Yemen’de yaşarken Medine’den gelen haberlerin kokusunu takip ederek Müslüman olur. Filistin üzerine elimizden geleni yapalım ama bütün zamanımızı Filistin, İsrail ve kızdığınız politikacılar hakkında haklı haksız konuşarak dilimizi gıybete ve iftiraya alıştırmak yerine, dinimizi öğrenmeye ve öğretmeye çalışalım vesselam.