"insanlarla İlişkiler Dervişane Olmalı"

TAKİP ET

DEKAN PROF. DR. A. KARACA..

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr.Alaattin Karaca, ulusal yayın yapan bulten.gen.tr’de haber ofisi sorumlusu Zeynep Arslan ile keyifli bir söyleşi yaptı. Röportaja sizi tanıyarak başlamak isterim. Kimdir Alaattin Karaca? Kendinizi bize tanıtır mısınız? 1963’te Çorum’da doğdum. Babam bir öğretmendi. İlkokulu, babamın peşinde, bir köyde bitirdim. Orta öğrenimimi Çorum’da yaptım. Sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Aynı üniversitede lisansüstü çalışmalarımı yaptım. Aynı fakültede 1994’e kadar araştırma görevlisi olarak çalıştım. O büyük taş binada, Dil-Tarih binasının koridorlarında Kenan Akyüz, Hasibe Mazıoğlu, Emin Bilgiç, Mustafa Kafalı, Ramazan Kaplan gibi hocaları tanıdım. Sonra Van. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaklaşık 16 yıl. İlk kez Doğu’ya gitmiştim. Başlangıçta alışmakta zorlandım, sonra en verimli yıllarım orada geçti diyebilirim. 1997-2000 yılları arasında ise yaklaşık 3,5 yıl Kuzey Afrika’da Tunus’ta geçen yıllar. Türkleri çok seven bu Müslüman ülkede Faculte des Lettres au Manouba’da 3 yıl ders verdim. 2006’da Doçent oldum. 2011’de artık Van macerasına nokta koymam gerekiyordu. Doğu’nun bir ucundan Batı’nın bir ucuna; Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’ne profesör olarak atandım. Muğla, doğası, iklimi ile müthiş bir yer. Sonra hiç aklımda yokken 2013’te Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi’ne dekan olarak atandım. Bu, Mevlevi şehrinde, Mevlana’nın annesinin ve yakınlarının mezarlarının bulunduğu şehirde, Selçuklu’dan gelen bir mistik huzur, Karamanoğullarının sert çehreleri, Torosların esmer yörükleri, hepsi hepsi birbirine karışmış… Sakin, yoksul, mümin ve mütevekkil Anadolu şehirlerinden biri Karaman. Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi de derunî bir Mevlevi huzuruyla şehre eşlik ediyor, kültürel gelişimine katkı sunmaya gayret ediyor. İşte böyle, benim hayatım böyle devam ediyor. Şimdi Toroslara yaslanmış bir İç Anadolu şehrindeyim, bozkırda, yeni Yunusların içinde. Neden akademisyenlik? Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olarak başka bir meslekle meşgul olmak ister miydiniz? Ben, şöyle bir düşünüyorum da! Akademisyenlik ve edebiyat dışında başka bir şey yapamam herhalde. Bir de hukuk ve siyaset bilimini severim. Araştırmak, okumak ve yazmak, hayatım böyle. Aramayı, ama kitaplarda aramayı, satır aralarında bir medeniyetin, kendi medeniyetimizin, tarihimizin, sanatımızın, kültürümüzün izlerini sürmeyi, üstü örtük sorunları deşmeyi seviyorum. Okumak ve yazmak, hayatımın bir parçası. İşte bu nedenle akademisyenliği seçtim. Bilinçli bir seçimdi. Başka bir meslek? Evet, örneğin hukukçu veya siyasal bilimci olmak isterdim. Ama zaten hukuk, siyaset, edebiyat aslında bunlar birbirine çok uzak şeyler değil. Bu mesleğe başlamanızda etkisi olan bir hocanız veya büyüğünüz var mı? Bugüne kadar kimleri örnek aldınız? Doğrusu hayır, yok. Anadolu’da, bir İç Anadolu şehrinde, bir öğretmen çocuğunun önünde, mesela bir akademisyen tanıdık yoktu. Ama fakültede okumuş büyükler vardı. Biri mesela Edebiyat Fakültesi’nde okumuş, çok okuyan ve o yıllarda bir camide de imamlık yapan İsmail Bey. Lise yıllarında Çorum’da onun evine gittim. Bir odada, kitaplıkta bir sürü kitap vardı, bir çalışma masası… O odaya vurulmuştum. Kitaplar, masa, yanda bir teyp… Tam bir çalışma odası. Bana bir Edebiyat Ansiklopedisi hediye etti. O çalışma odası ve kitaplar beni büyülemişti. Hep öyle bir odam ve kitaplarım olmasını istiyordum. Sonra Çorum Halk Kütüphanesi’nde tanıştığım, genç bir memur –ki Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Fars Dili Bölümü mezunu idi- ilk kez o, bana “Fakültede asistan olarak kalmak” için çalışmamı söyledi. Onun söylediklerini aklıma koydum ve o azimle çalıştım. Kimleri örnek aldım? İlk akademik örneğim, Prof. Dr. Orhan Okay. Erzurum’da bir yıl kaldım ve kendisinden, sadece o yıl ders aldım. Ama ben Orhan Bey’i asıl Ankara’ya geldikten sonra, 1988’den sonra daha yakından tanıdım. Birlikte bir ders kitabı çalışması yapmıştık. Hocayla daha yakın çalışma imkanı buldum. Ondaki alçakgönüllülük, bilimsel alçakgönüllük, ihtirastan uzak kişilik, biz gençlere yumuşak bir sesle ve sakin sakin konuşması, akademik hayatındaki sükunet ve ahlâk… Orhan Hocamın bu özellikleri hep aklımdadır. Sonra Prof. Dr. Ali Birinci’nin, kılı kırk yaran araştırmacılığı, kitabiyat ve biyografik bilgi genişliği… Onunla asistanlığım boyunca çok sahaf dolaştım, eski kitap sevgisini, tutkusunu ondan aldım. Prof. Dr. Ramazan Kaplan, eğilmez başı, azmi, kararlılığı ve ilkeleriyle bana örnek oldu. Hocamın, edebi metne bakışında kendine özgü bir netlik ve mantık vardır. Sağlam bir mantıktır ondaki.  Daha pek çok kişi var elbet etkilendiğim, örnek almaya çalıştığım, hepsini minnetle anıyorum. Adlarını tek tek saymam mümkün değil. Akademisyenlik özel hayatınıza zarar veriyor mu? Ya da hayatınızı zorlaştırıyor mu? Akademisyenlik, bazen özel hayata zaman ayırmayı engeller. Özellikle Yüksek Lisans ve Doktora tezi evresinde, ailenize, çocuklarınıza zaman ayırmakta zorlanırsınız. Eşiniz, çocuklarınız aynı nedenle özel hayatlarından ödün verirler. Onların desteği olmasa, iyi bir akademisyen olamazdım. Kitap okumak, yazmak zaman istiyor. Dolayısıyla itiraf etmeliyim, evde, hatta sokakta eşinize kalıyor tüm işler. Bu da eşe, aşırı yük demek, çocuğunuzla yeterince ilgilenememeniz demek. Eşimden bu konuda çok büyük destek alıyorum, aldım. Onlara teşekkür etmeliyim, eşimin bu yöndeki destekleri olmasa, okumaya ve yazmaya bu kadar vakit ayıramazdım. Akademisyenliğin hayatımı zorlaştırdığını düşünmüyorum. Tabii ki, rahat bir meslek değil. Çalışmanızı eve, gecelere, hafta sonu tatillerine taşıyorsunuz… Ama yaptığınız işi seviyorsanız bu size haz veriyor sadece. Tabii aileyle, çocuklarla ilgilenmek de gerek. Onlara zaman ayırmak, bazen onlarla dışarı çıkmak, hava almak gerek. Bu dengeyi kuramazsanız aile hayatı sıkıntılı olabilir. Çalışmalarınız daha ziyade II. Yeni şiiri üzerinde yoğunlaşmış. Sizi bu alanda çalışmaya iten etkenler nelerdi? Özel bir nedeni yok. Ben aşağı yukarı, 2000’e kadar genelde Tanzimat’la Cumhuriyet arasındaki döneme dair çalışmalar yaptım. Cumhuriyet sonrası hakkında çalışmalarım azdı. Daha sonra, bu eksikliği görerek, Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatı üzerinde çalışmalara ağırlık verdim. İkinci Yeni şiiri, akademide fazla ele alınmış bir hareket değildi. Akademisyenler, çalışılmamış konularda çalışmak isterler. Ben de, bu pek el değmemiş konuya eğilme ihtiyacı duydum. İyi ki, duymuşum.. İkinci Yeni ile akademik ufkum, daha farklı, daha geniş alanlara açıldı. Bir kere şiir anlayışım, şiire bakışım, eleştiri dilim değişti. Şiir dışında resim, müzik gibi güzel sanatlar girdi akademik hayatıma. Yeni bir dil, yeni bir imge buldum. O rahat ve doğal dil, akademik dilime yansıdı. Kısaca yeni bir dünyadır İkinci Yeni. Onunla ‘asilik, sivillik, sivil şiir, sıkı şiir, alışılmamış bağdaştırmalar, gizli/kapalı bir dil, atonal müzik, caz, soyut resim” girdi hayatıma. Kendi kendime karar vermiştim bu konuda çalışmak için. Ama bende yeniye, yeni olana eğilim fazladır. Bir de “gizli, unutulmuş olanı” bulmaya karşı bir eğilimim var. Edebiyata, edebi esere, farklı bakmak, satır aralarında kimsenin dikkatini çekmeyen şeyler bulmak! Şiir demişken, bu bağlamda şunu sormak isterim. En çok hangi şairi ve şiiri seviyorsunuz? Can Yücel’in “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim” şiirini beğendiğinizi duydum. O şiiri okurken hâlâ ağlarım. Babamı severdim, bir anda kaybettim, tam da ihtiyaç duyduğumda. Her şeyi bitirmiştim, doktora, doçentlik vb… Tam babama dönmüştüm, onunla uzun uzun konuşacaklarım vardı, çünkü konuşmaya pek fırsat bulamamıştık. Onun da gece geç saatlere kadar yapması gerekenler vardı, benim de. Bir İç Anadolu şehrinde, siyasette önemli bir figürdü. Can Yücel’in şiirindeki ‘baba’ya benim babam da kısmen benzerdi. Şimdi bile duygulanıyorum bu satırları yazarken. Beni en çok etkileyen bir başka şair İkinci Yeni’yi çalışırken Ece Ayhan oldu. Onun şiirini hep sevdim, sıkı bir şiirdi, alışılmamıştı, alışılmış değerlere tersti, asi idi.. Bir yönüyle tarihe, bir yönüyle moderne uzanıyordu. Uçta bir şairdir, uçta bir kişilik. Sonra Cemal Süreya, ondaki hüzün, ondaki türkü sesi, ondaki humour beni cezb eder. Turgut Uyar’ın, bozkırın şairinin kentteki bunalmışlığı… Sezai Karakoç’un medeniyet şiiri. Ben alışılmış şiiri sevmem. Kapalı olmalı, sıkı olmalı, herkese açılmamalı benim şiirim. Herkese açılan mısra ilgimi çekmiyor. İnsanı yormalı, çetin ceviz olmalı şiir dediğin. Peki hayatınıza yön veren, okuduğunuzda sizi çok etkileyen bir kitap oldu mu? Sezai Karakoç’u lise yıllarında okudum, onun medeniyet görüşü beni derinden etkiledi. Aynı çizgide Mehmet Âkif’in medeniyet görüşü ve Safahat’ı. Cemil Meriç, çetin cevizdir, insanı düşündürür. Onu da beğeniyle okudum. Şairlerden Ece Ayhan’ı sevdim, ondaki dil kullanımını, sıkılığı, kapalılığı, asiliği, tarihe, toplumsal sorunlara tersten bakışını, sorgulama cesaretini… Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı bence Türk edebiyatının en iyi romanlarından biri. Türk modernleşmesini bu roman kadar iyi anlatan bir romana rastlamak mümkün değil. Oğuz Atay’ın öyküleriyle sarsıldım. Dünyaya başkaldırmanın bir türüydü onlar. Bir de İhsan Oktay Anar’ın tüm romanları… Onun romanlarında tüm insanlığın tarihini, bilginin kuşatılmazlığını, gerçek bilginin, insanın kendisini bilmek demek olduğunu görüyorsunuz. Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında adlı romanını… Şiirde ve romanda tarih, güçlü birikim ve mistik atmosfer beni hep kendine çeker. Bilge insanları, bilgece yazılmış, mistik yönü olan sıkı eserleri severim.  Bir de türküler… Türkülerde saklıdır asıl bizim hikâyemiz. Bir dönem Mustafa Kutlu’nun hikâyeleri, yine sosyal meselelere bakışı ve mistik alt yapısı nedeniyle beni çekmişti Hayat felsefeniz, idealiniz nedir? Hayatı belirli kalıplara sokarak mı yaşarsınız? Hayat felsefem: İnsan mümkünse olabildiğince ihtiraslarına gem vurmalı, hayatın gelip geçici olduğunu aklından çıkarmamalı. İnsanlarla ilişkilerinde dervişane olmalı. Ancak, hayat aynı zamanda doğru ve hak ile, kötü ve adaletsizlik arasında bir mücadeleden ibarettir. Derviş gönül sahibi, dervişçe mücadele de etmeli. Ülkem ölçeğinde idealim, gücünü yitiren medeniyetimizi yeniden diriltmek, bunun için kendi alanımda; sanat/edebiyat alanında geçmişi, medeniyetimizin güzelliklerini, estetik anlayışını yeni kuşaklara aktarmak, o medeniyeti sanat/edebiyat planında diriltmek. Yunuslara, Mevlana’lara, Şeyh Galiplere, Fuzulilere yönelmek… Onları yeni bir dille, yeni bir anlayışla günümüze getirmek… Dirilmek, evet her alanda, kültürde, sanatta, hukukta, bilimde, askeri alanda… Hepsinde medeniyetimizin yeniden dirilmesi. İdealim bu! Felsefem: “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir.” İlmin kendimizi bilmek olduğuna inanırım. İlmin kuşatılamaz olduğuna, insanın her şeyi bilmesinin imkansız olduğuna, ama kendisinin sınırlı bir bilgi sahibi olabileceğine inanıyorum. Bir de kalp kırmanın, Kabe’yi yıkmakla eşdeğer olduğuna… “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” der ya Yunus. Bizim medeniyetimiz bu! Saatleri Ayarlama Enstitüsünün bilge kahramanı Muvakkit Nuri Efendi’yi arıyorum, bulduğumda, bulduğumuzda kaybettiğimiz “Yitik Cennet”i de bulacağız. Uzun hikâye, “Uzun yol gitmeye hüküm giymiş” bir medeniyetin çocuklarıyız. Üstelik bu yolda tek azığımız, “Mataramızdaki tuzlu su”…