BUNCA BEDELE RAĞMEN..

TAKİP ET

24 Temmuz Basın Bayramı nedeniyle, daha önce kaleme aldığım bir yazımı okurlarımızla tekrar paylaşmak istedim. Saygılarımla…

Osman Nuri Koçak

BİR YAZABİLSEM

19.06.1998
            Bu durumdan nefret ediyorum.
            Ama gene de elime kalemi alıp düşündüklerimi dosdoğru, algıladığım şekliyle yazamıyorum. Kıvırıp, çevirip ve üzerinde defalarca- sözde- düzeltme yaparak yazıyı bitirebiliyorum.
            Bir de okuyorum ki; heyhat!
            Düşündüklerim, yazmak istediklerim nere! yazdıklarım nere!…
            Bir takım sembollerin, öykülerin, fıkraların kanalıyla derdimi, düşüncelerimi anlatmaya çalışıyorum ama nafile…
            Bazen deve diyorum bazen de kuş. Ama bir türlü devekuşu diyemiyorum.
            Karmati’ler bile iletişimde benim kadar zorlanmamıştır vallahi!...
            Dosdoğru söylemesi gibi var mı?
            Niye yapamıyorum?
            Çünkü aydın gibi değil de politikacı gibi düşünüyor ve öyle davranıyorum.
            Öyle yaptığımı düşündüğümde tepkim daha da artıyor.
            Çünkü asıl politikacılar dosdoğru olmalı, dosdoğru düşünmeli, dosdoğru anlatmalı.
            Tersi halinde tuz kokar da o yüzden…
            AMA TUZ DA ÇOKTAN KOKMUŞ NE YAPAYIM?
            Ben de dâhil hepimiz geldiğimiz bu durumdan sorumluyuz ne yazık ki…
            Daha çok, daha çok rahatsız oluyorum düşündükçe.
            Battıkça batıyorum.
            Efendim, herkesin hassasiyetleri var bu ülkede.
            O hassasiyetlere göre konuşmalıyız.
            Yalan da olsa, riya da olsa, inanmasan da…
            “Tarikatların hassasiyetleri var, aman! Şeriat ile ilgili ölçülü konuşun…”
            “Alevilerin hassasiyetleri ayrı, Sünnilerin ayrı. Varsın bilime aykırı hassasiyetler olsun bunlar, yeter ki sen onlara aykırı olma...”
            “Ya Kürtlerin aralarındaki aşiretlerin, şeyhlerin, mürşitlerin…
            -Uuu! Gani hassasiyet”-
            “Askerimizin hassasiyeti, en birincil olanıdır ki, dokunmak kimin haddine…”
            “Sözde Kemalistlerimizin hassasiyetleri…
            “Milliyetçilerimizin hassasiyetleri var ki, soluk alabilirseniz helâl olsun.”
             “Solcularımızın hassasiyetleri…
            “Mafyanın hassasiyeti,…
            “Derin devletin hassasiyeti,…
            “Ulemanın hassasiyeti,…
            “YÖK’ün hassasiyeti,…
            “TÜSİAD’ın hassasiyeti,…
            “Sendikalarımızın hassasiyeti,…-gerçi en kolay by pas edileni o ya!-
            “Bir de yüce yargımızın hassasiyetleri…”
            TÜMÜNÜ SAYMAYA SAYFALAR YETMEZ.
            Sen yazar ol da bu kadar yüce hassasiyeti yok say, halkın sıradan hassasiyetlerini yazmaya kalk.
            Adama dünyayı dar ederler vallahi.
            Çünkü bu durum daha birinci maddeden tüm yüce hassasiyetlere ters düşer.
            Ne demek halkın hassasiyeti?
            Avamın da hassasiyeti mi olurmuş?
            Yüksek hassasiyetler zaten onun selameti için değil mi?
            Bu durumu gayet iyi görmüş olan AGÂH KİŞİLER bizlere hep, olur olmaz konuşmamayı, kurnaz olmayı, fazla muhalif olmamayı, padişah sofrasına yakın durmayı telkin etmediler mi onca yıl?...
            Dokuz köyden kovulmamak için doğruya karşı nasıl vaziyet alacağımızı, doğru bildiğimizin her zaman doğru olamayacağını, tüm bilgelikleri ile anlatmadılar mı?...
            Her dönem, takiyyecilik, iki yüzlülük, yağcılık, goygoyculuk, iş bilirlik, iş bitiricilik, yüksek değerlerden olagelmedi mi?...
            Bunlar bizim ortalama bilincimiz olmuş, kültürümüz olmuş, genlerimize kazınmış.
            Ve böylece şarklı münevveran alamet-i farikası dünyaya arz-ı endam eylemiş.
            Doğru ise köşe bucak saklanmış. Arayan lanetlenmiş, bulan da bulduğuna bin pişman edilmiş.
            Aforozlar, işkenceler, zindanlar, Bekirağa Bölükleri ve ölümler…
            Ne bedeller ödedi doğru ne bedeller…
            Doğru olarak görmediği bir fetvayı vermedi diye İmam-ı azam işkenceler içinde zindanlarda çürüdü. Zamanın sözde halifesi tarafından zehirlenerek öldürüldü.(Nene gerek, senden sonra din adına ne fetvalar verildi ki, ahlak utancından bu diyarları temelli terk etti.)
            Hallacı Mansur’un, hurdaya çıkarılmış bir araç gibi her yerleri söküm söküm söküldü.
            Nesimi’nin diri diri derileri yüzüldü.
            Ruhi SU kaçacak diye yurtdışına doktora gönderilmedi,
            Ekmek, aş, onur, bağımsızlık, özgürlük, eşitlik diyen binlercesi gibi, Deniz Gezmişler, Yusuf’lar, Hüseyin’ler, Mahir’ler kanun dairesinde katledildiler.
            Binlerce örnek yazılır, binlerce…
            BUNCA BEDELE RAĞMEN, HASSASİYETLER YÜZÜNDEN HALA İSTEDİĞİM GİBİ YAZAMIYORUM.
            Toplum da, aydın diye baktığımız dostlarımız da, bırakın bizler gibilerini yüreklendirmeyi, başlarına durup dururken iş açan zavallılar olarak bakıyorlar bizlere.
            Bazen, her şeyi göze almış, her türlü hassasiyetin ta anasını! Diyebilmiş, aklın, bilimin hassasiyetlerine göre vermiş veriştirmiş bir yürekli çığlığı gördüğümde kendimden utanarak ama büyük mutluluklarla O’nu alkışlamışımdır.
            Bu utançla yazmaya devam ediyorum. Aklım erdiği sürece de devam edeceğim.
            Neden mi?
            Ah! Bir bilebilsem.
            Belki de böylece doğruya doğru yol aldığımı düşünüyorum.
            Belki de doğruyu böylece bulabileceğimi düşünüyorum.
            1981 yılında Ecevit, Arayış diye bir dergi çıkarıyordu.
            Zamanın Cunta Başı Kenan Evren, bütün zevzekliği ile; “Halâ bulamamış mı aradığını bunca yıl, ne arıyormuş acaba” diyerek, aramanın ne büyük bir cehalet ve yanılgı olduğunu bizlere anlatmış ise de, ben cahilce davranmaya ve aramaya devam edeceğim anlaşılan.       
            Elimizde tevekkül tesbihi, dilimizde arayışa şarkıları, aramaya devam edeceğiz…
            Arayan mevlasını da, belasını da bulur derler ya,
            Biz mevlayı arayalım da…
            Sonrası, Allah kerim…