GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEM SAFSATASI

Yayınlanma: 22.03.2021 10:40 Güncelleme: 22.03.2021 10:40

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesinin üzerinden yaklaşık olarak üç yıl geçmiştir. Sistem değişikliği henüz kanunlaşma aşamasındayken bile CHP’nin başını çektiği “hayırcı” güruh, sanki bir “rejim değişikliği” varmış gibi algı operasyonu yapmış ve kamuoyunda, akıl ve vicdanla bağdaşmayacak üslup ve ithamlarla bir kampanya yürütmüşlerdir. Her şeyden önce, yapılan bu değişikliğin rejim değişikliğiyle herhangi bir ilgisi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi, 29 Ekim 1923’de belirlenmiştir ve bu rejimin adı cumhuriyettir. Cumhuriyet rejimini; Türk Milleti kanla, vicdanla, irfanla ve cumhuriyetin ilanından önce de uzun yıllar boyunca oluşan bir müktesebatla elde etmiştir. Türk Milliyetçileri; bu rejimin kuruluşunda olduğu gibi koruyuculuğunda da tavizsiz bir şekilde, vazgeçilmez bir yeminle mücadele etmişlerdir ve edeceklerdir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin kanunlaştırılmasında etkin bir şekilde rol oynayan MHP, ilgili değişikliği TBMM’ de onaylamış ve Türk Milleti’nin önüne getirmiştir. MHP, daha önceki pek çok konuda olduğu gibi burada da çözüm odaklı olmuş ve milletin yanında yer aldığı siyaset anlayışından ödün vermeyerek ilgili kararı Türk Milletinin iradesine sunmuştur. Ana muhalefet ve ”dostları” ise sürekli olarak sistem değişikliğini dillendirerek Türk Milletinin iradesine saygı göstermemektedir. Bu durum, esasen CHP’nin geçmişten gelen “milli irade hazımsızlığının tezahürü” şeklinde yorumlanabilir. Şu unutulmamalıdır ki millet iradesi asla yok sayılamaz. “Millet iradesine rağmen siyaset” düşünülemez. Bunu düşünenler, alışkın oldukları vesayet anlayışını yeniden arzu etseler de su asla tersine akmayacaktır. Türk Milleti; her türlü vesayete karşı olduğunu, bu ülkede kendisinden daha büyük bir gücün olmadığını, 15 Temmuzda bir kez daha göstermiştir. Ayrıca Hangi “dostlarla” yürünürse yürünsün, hangi uluslararası yapılanmalarla ilişki kurulursa kurulsun, ”okyanus ötesinden” ne kadar destek alınırsa alınsın, Türk Milletinin iradesi yok sayılamayacak ve yine Türk Milleti kazanacaktır. Milletin iradesiyle kabul edilen ve yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişi değerlendirilirken bu zamana kadar yaşanan sistem krizlerinin iyi irdelenmesi gerekmektedir; çünkü siyasetin bu kriz dönemlerinin acısını her zaman millet yaşamıştır ve bu dönemlerin faturası her zaman millete çıkmıştır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine Giden Yol ve MHP Siyasetin en önemli konularından biri olan uzlaşı, yıllarca siyaset yaşamımızda görülmemiştir. Bir türlü yerleşemeyen “uzlaşı kültürü”  Türk siyasetindeki en temel sorun olmuştur. MHP, kuruluş felsefesinden aldığı güçle; kriz dönemlerinde çözüm odaklı bir anlayış sergilemiş, her zaman millet iradesinden yanında yer almıştır. MHP; en kaotik dönemlerde bile kurumsal siyasi hesaplardan öte milli bir görevle, siyasette uzlaşıya ve Türk Milleti için çözüme odaklanan bir anlayışla, sorumluluğunu yerine getirmiştir. Araya giren askeri vesayet dönemleri bir kenara bırakırsak Türkiye’deki sivil demokrasinin işlediği dönemlerde yaşanan siyasi krizleri ve Türkiye’nin 1970’ler ve 1990’lardaki siyasi atmosferini hatırlatmakta fayda vardır. Bu dönemleri; aylarla ölçülen iktidarlar, sürekli yaşanan iktidar boşlukları zoraki uğraşılarla kurulan koalisyonlar, siyasette en gayri ahlaki olaylardan olduğu düşünülen milletvekili transferleri,  sonuçlanmayan Cumhurbaşkanlığı seçimleri, millet iradesini hiçe sayan bürokratik vesayet hamleleri ve en nihayetinde -ne acıdır ki- “kutuplaşmış ve inattan öteye gitmeyen, millet iradesini bir kenara bırakan, çözümsüz bir siyasi atmosfer” şeklinde özetlemek mümkündür. MHP; yaşanan bu siyasi atmosferde siyasetini, “Ankara merkezli” bir siyasi zeminde “Türk Milleti’nden yana” belirlemiştir. Bu, en doğal Türk Milliyetçiliği ve MHP refleksidir. Bu “Milliyetçi Refleks”, 1970’lerdeki Milliyetçi Cephe hükümetlerinde, bazı hükümet oluşumlarına dışarıdan verilen destekte, yeniden toparlanan sivil siyaset ve siyasi yasakların millet iradesiyle kaldırılmasıyla girilen 1991 seçimlerinin hemen ertesinde oluşan hükümete verilen destekte, Alparslan TÜRKEŞ’in liderliğinde MHP’nin izlediği siyasette, açıkça görülmektedir. 1999 seçim sonuçlarındaki millet iradesine saygı ve seçime götüren atmosfer incelendiğinde kurulan hükümet tercihinde, millet iradesi ve siyasi uzlaşma kültürünün tesisinde, yine MHP’nin çabası görülmektedir. Burada temel amaç, yaşanılan siyasi krizden ülkenin bir an evvel kurtarılma arzusudur. Yine 1999 seçimleri sonucunda kurulmuş olan 57. Cumhuriyet Hükümetinde MHP’nin siyasi uzlaşı tesisinde üstlendiği rol, görülmeye değerdir. MHP bu dönemde, her türlü siyasi gelecek kaygısını bir kenara bırakıp yılların birikimi ile oluşan ekonomik krizden kurtuluşun tesisinde ve belki de ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan Marmara depreminde, millet iradesinden yana olmuştur. Yine bu dönemde üretilen çözüm odaklı politikaların ülke ve millet adına ne kadar büyük hamleler olduğu ise apaçık ortadadır. 2002’de millet iradesini hiçe sayarak “siyaset mühendisliği ile yeni bir hükümet kurma” çalışmasına karşı yine millet iradesine başvurarak yol haritası belirlemek, Devlet BAHÇELİ liderliğindeki MHP’nin Türk siyasetinde oturduğu zeminin millet iradesinin ta kendisi olduğunu göstermektedir. MHP, 2007 yılında yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçim krizinde aynı çizgiden şaşmamış ve milletin kendisine verdiği sorumluluktan ödün vermeden millet iradesini meclise taşıyarak yeni bir vesayet krizini önlemiş, millet iradesinden yana tavır almıştır. Kaldı ki 2007’de yaşanan bu kriz, belki de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine giden yolda en önemli vakıa olarak nitelendirilebilir. Bundan sonra yaşanan süreçte millet iradesinden sapmadan milletten yana olan, milletin teveccühü ile oluşan bir kazanımdır Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Eleştirileri ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişte ortaya çıkan ve kısaca özetlenen bu siyasi yapıya karşı; milletin iradesiyle, milletin takdiriyle geçilmiş olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde ısrar edilmesinin gerekliliği apaçık ortadadır. Peki, Ana Muhalefet ve “dostlarının” dillendirdikleri Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem nedir? Bu sistemle ne amaçlanmaktadır?  Bu sorulara cevap aranmalıdır. Öncelikle sürekli dillendirilen “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” ile milletin kendi iradesi olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçileceği söylemi, milletin kendi iradesine saygısızlık olarak yorumlanabilir. Bu süreçte söz konusu referandum sonuçları nasıl göz ardı edilebilir. Belki de konunun daha en başında olayı bu zemine çekmek, muhalefetin alışkın olduğu ve siyasi kazanım elde etmek maksadıyla yürüttüğü millete rağmen siyasetin bizzat kendisidir. Sistemle ilgili olarak sürekli eleştirilen “kutuplaşma” söylemi, bizzat muhalefet tarafından gerçekleştirilmektedir. Muhalefetin dillendirdiği diğer bir nokta “otoriterlik” eleştirisidir. Bu durumda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden önceki  “bir partinin tek başına iktidarı” ile sonuçlanan siyasi ortamı nasıl değerlendirmek gerekmektedir?  Kaldı ki sandığa yansıyan bir iradenin tecellisi, bir sonraki dönemde yine sandıkla neticelenecektir. Sandığın olduğu bir sistemde bahsi geçen “otoriterlik” istenilmeyen boyutlara ulaşırsa millet tarafından görülmeyecek midir? Bu, millet iradesine güvenmemek değil midir? Savaş yöneten bir “Gazi Meclise” sahip Türkiye ve Türk Milleti, kendi yönetim hakkını başka bir kimseye vermeyecek kadar demokratik anlayışa sahiptir ve siyasi zemin bu noktada oturmuş durumdadır. Türk Milleti, bu en önemli yaşam hakkını kimseye vermemiştir ve vermeyecektir. Üzerinde ısrarla durulan bir diğer mesele, Cumhurbaşkanlığının tarafsızlığı ve yetkilerinin sınırıdır. Bu konu üzerinde tartışırken yine siyasi maziye bakılabilir. Öncelikle şunu belirtmekte yarar olduğu düşünülmektedir. Siyasi kültürümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimleri incelenirse -belli dönemler hariç- adayların çoğunlukla meclisteki siyasiler arasından çıktığı görülmektedir. Sivil iradenin kesintiye uğramadığı dönemlerde çoğunlukla siyasi kimliği ön plana çıkmış kişilerin hatta siyasi parti liderlerinin cumhurbaşkanı seçildikleri görülmektedir. Yine bu dönemlerde, istenilen boyutta tarafsız olması amacıyla üst düzey bürokratlardan seçilen cumhurbaşkanları da vardır. Siyasi kökenlileri bir tarafa bırakırsak seçilen bürokrat kökenli cumhurbaşkanlarının bile aldıkları kararlar ve tarafsızlığı yıllarca tartışılmış bir konu değil midir? Siyasi parti lideriyken cumhurbaşkanı seçilen liderlerin tarafsızlığı ne kadar sağlanabilmiştir? Bu tarafsızlık konusu, oldukça muğlak ve göreceli bir durumdur. Kaldı ki seçimle iş başına gelen bir cumhurbaşkanı, verdiği kararlar neticesinde oluşacak toplumsal tepkiyi düşünmeyecek midir? Bir önceki sistemde; vatandaşın önünde hesap verme sorumluluğu taşımayan, seçimlerde olmayan cumhurbaşkanının pek çok konuda da sorumsuzluğu söz konusuydu. Bu durum, hem devletin tepesinde bir çift başlılık ortaya çıkarmaktaydı hem de milli irade önünde bir sorumluluğu olamayan kadük bir durum olarak Cumhurbaşkanının aldığı kararları tartışılır kılmaktaydı. Örneğin, muhalefet bugün seçimle iş başına gelen bir cumhurbaşkanının yasal çerçevede gerçekleştirdiği bir rektör ataması üzerinden fırtınalar koparmaktadır. Oysa bu muhalefet zihniyeti, geçmişte -üstelik üniversitelerde teamül yoklaması niteliğinde bir seçimde varken- seçimler neticesinde rakiplerinden oldukça düşük oylar alan kişiler rektörler atandığında ne tepki vermekteydi? İşte can alıcı nokta buradadır: Sistem kişilere göre tartışılmaz; yapılanlar, hukuk çerçevesi içindeyse milli iradeye dayanıyorsa gerisi lafı güzaftır. Bir başka dillendirilen tartışma konusu, yasama, yürütme ve yargının birbirinden keskin biçimde ayrımı ve yargı bağımsızlığıdır. Yasama; yürütme ve yargının birbirinden ayrımı, zaten  yeni sistemle daha da netleşmiştir. Burada esas dillendirilen, yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı meselesindeki tartışmalar ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Siteminden önce de var olan çeşitli konulardır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle yargıda yaşanan değişikliklerin keskin ve ciddi bir yapısal reform niteliğinde olmadığı söylenebilir. Bu noktada, gündemde olan en yoğun tartışmaların yaşandığı Anayasa Mahkemesinin üyelerinin seçimiyle ilgili eski sistemden çok ciddi anlamda farklılık oluşturabilecek bir düzenleme söz konusu değildir. Kaldı ki Cumhur İttifakının çalışmalarının da her şeyden önce AYM’nin yapısı ve işleyişiyle ilgili olacağı düşünülmektedir.  Anayasa Mahkemesine üye seçimiyle ilgili mukayeseli hukukta farklı yöntem ve metotlar söz konusudur. Örneğin AYM üyelerinin meclis tarafından seçilmesi tartışılabilecek bir yöntemdir. Ayrıca bu konuyu başka örneklerle derinleştirecek olursak, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılarının atanması yine aynıdır. AYM’ye Yargıtay’dan gelen üyeler, yine Yargıtay tarafından seçilen üç üye arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilmektedir. Yine AYM ile ilgili tartışılan Enis Berberoğlu davasında Anayasa Mahkemesinin kendisini “süper temyiz mahkemesi” olarak görmesi, yargı organlarının takdir yetkisini hiçe sayması, sürekli tartışılan bir olgudur. Bu anlamda, Anayasa Mahkemesinin gerek teşkilatlanması gerek kararları, uzunca yıllar devam eden bir tartışma başlığıdır. Yine YÖK ve diğer bazı kurumların atamalarının oranlarına bakılırsa aynı durum görülecektir. Bu konulardaki tartışmalar, zaten yeni sistemle ilgili olmayıp daha önce de var olan tartışmalardır. Bu durum, Türkiye’yi geleceğe götürecek olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin çerçevesinde köklü bir Anayasa değişikliğini gündeme getirecektir. Çünkü tartışılan konular, parlamenter sistem döneminin 1982 Anayasasından kalan ve hatta 184 defa değişikliğe uğramış Anayasa metninden kaynaklanan konular ve yapılardır. Son olarak özellikle muhalefet tarafından gündeme getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi eleştirisi, bakanların meclis dışından atanması ve meclisin denetleme meselesidir. Öncelikle şunu belirtmekte fayda vardır: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden önce de meclis dışından bakan atanması, anayasal çerçevede vardır ve bu atanma şekli daha önce defalarca kullanılmıştır. Burada teamül olarak meclis dışından bakan ataması kullanılmamıştır. Kaldı ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde bu konuya bakış,  siyaset ve bürokrat dengesi ve bağımsızlığıdır. Buradaki temel amaç, siyaseten hareket mekanizmasından bağımsız olarak alan uzmanlarının yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanına sorumlu olarak yönetime kazandırılmasıdır. Bu boyutta, meclisin bakanlar üzerinde denetim araçları tartışılabilir, bu durum güçlendirilebilir. Ama eski sistemdeki gensoru benzeri bir aracın siyasi bir tehdit unsuru olarak bulunması ve hükümet üzerinden ülkeyi kaosa taşıyacak bir şekilde kullanımı da göz ardı edilemeyecek bir husustur. Ancak millet iradesiyle sandıktan gelen bir Cumhurbaşkanının varlığı, en temel denetleme mekanizması olarak görülebilir. Ama bu tartışmalar asla millet iradesiyle kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini tartışılır kılmamalıdır. Kaldı ki Sağlık Bakanlığının ve Milli Eğitim Bakanlığının pandemi sürecindeki başarısı, siyasetten bağımsız bir bakanın alan uzmanlığı konusunda yönetime katkısını tartışmasız bir şekilde gözler önüne sermektedir. Cumhurbaşkanı, üst düzey atamaları Anayasanın 104. Maddesi ve 4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine dayanarak gerçekleştirmektedir. Bu atamalar, üç bölümden oluşmaktadır: Birinci düzeyde Cumhurbaşkanı doğrudan atamakta, ikinci düzeyde atamalar, kurumun önerileri arasından yapılmakta, üçüncü düzeyde ise atamaları kurum yetkilisi yapmaktadır. Bu atamalarda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle birlikte milletin karşısında hesap verme sorumluluğu olan yürütmenin başı niteliğindeki Cumhurbaşkanın yetkisi dışında oldukça önemli bürokratların atamalarının da olduğu görülebilir. Yani bürokratik atamalarda yetki genişliği dillendirildiği gibi olamayıp atamaların çoğu mevcut Anayasa çerçevesinde var olduğu şekilde devam etmektedir. SONUÇ YERİNE Sonuç olarak başta ana muhalefet ve dostlarının sürekli dillendirdikleri, güçlendirilmiş parlamenter sistemin getirilmesi ile ilgili revizyon sinyali verdikleri meseleler, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle ilgili olmayıp parlamenter sistemden bu yana devam edegelen ve Anayasa değişikliğini mecbur kılan meselelerdir. Kaldı ki muhalefet tarafından ortaya konmuş herhangi bir taslak metin hâlâ ortada yoktur. Burada muhalefetin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle ilgili eleştirine açıklık getirilmiştir. Sürekli gündeme getirdikleri ve kamuoyu oluşturmaya çalıştıkları bir konuyla ilgili ciddi bir çalışmalarının olmaması, muhalefetin milletin meseleleriyle ne kadar ilgili olduğunu göstermektedir ki bu, daha vahim bir meseledir. Hâlâ, “Nedir bu Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem?” sorusuna kendilerinin de verilecek bir cevabı yoktur. Yani,  bilinmezlik durumu burada da kendini göstermektedir. Gizli kapaklı, milletten ayrı yürütülen Anayasa çalışmaları da bu kapsamda değerlendirilebilir. Anayasa, bir toplum sözleşmesidir ve zamanın ruhundan ayrılmaz bir nitelik taşımaktadır. 1982 Anayasası, darbe sonrası oluşmuş ve üzerinde ne kadar değişiklik yapılırsa yapılsın vesayetin net bir şekilde görüldüğü statükocu bir özelliktedir. Yukarıda tartışılan -başta kutuplaşma olmak üzere- pek çok konunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden kaynaklanmadığı ortadadır. Bu sistemden kaynaklanan meseleler de zaten Cumhur İttifakı tarafından milletle paylaşılmakta, gerekli reformlarla ilgili açıklamalar yapılmaktadır. Yukarıda da ısrarla üzerinde durulduğu gibi millet iradesini esas alan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin mimarı olan Cumhur İttifakı, milletten yana olmak durumundadır. Cumhur İttifakı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yeni yaklaşımının eski sisteme göre belirlenmiş bir anayasa ile karşılanmayacağını ortaya koymaktadır. Her şeyden önce gücünü milletten alan yani sivil; kurucu değerlere dayanan ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle uyumlu bir yeni bir anayasa hazırlanması, elzem bir öncelik olarak düşünülmektedir. Milletin iradesinin doğal tezahürü olan Cumhur İttifakı,  yeni anayasa tesisini de akla, ilme ve millet değerlerine uyumlu bir şekilde gerçekleştirebilecek yegâne güçtür. Bu durum, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin oluşum sürecinde de net olarak görülmektedir. Artık millet iradesi her şeyin üstünde olacaktır, “millet aklı” kazanacaktır.  

Devamını Okumak İçin Tıklayınız