ELÇİLERDE ARANAN ÖZELLİKLER

Yayınlanma: 17.03.2025 12:40 Güncelleme: 17.03.2025 12:40

Peygamber Efendimiz, Medine’de devletini kur­duktan sonra etraf kabile ve devletlere de açılmaya başla­mış ve elçiler göndermiş. Elçilerde dikkat ettiği hususlar; bize göre basit gelen ama uyulması gereken hususlardı. Elçilerin isimlerinin de güzel olmasına dikkat ederdi. Meselâ, isim dikkat çekmez mi? Tabii dikkat çekiyor. Bugün artistler, şarkıcılar piyasaya atılacakla­rında ne yapıyorlar? Eğer eski adı güzelse onu kullanıyor. Asıl adı kulak­larda bir yankı yaptırmayacak bir isim ise onu kullanmı­yor. Ama kulaklarda yankı yapacak bir isim buluyor, onunla piyasaya çıkıyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de elçilerini gönderir­ken kılığına kıyafetine yani yüz göz fizyonomisine dikkat ettiği gibi isimlerine de dikkat ediyor. Sevgili Peygamberimiz, elçilerde aranan özelliklerden bir tanesinin de elçinin adının ve yüzünün güzel olmasına dikkat çekmiş: “Siz, kıyamet gününde adlarınızla ve babalarınızın adıyla çağrılacaksınız. İsimleriniz güzel olsun” buyurmuş. (Ebu Davud, Sünen, K. Edeb, bab 69) “Bana bir elçi gönderdiğinizde, yüzü ve adı güzel olanı gönderiniz” (Taberani, Mu’cemi kebir, Muhammed bin Ya’kub hadisi, Bezzar, Müsned, Ebu Hüreyre hadisi) Sevgili Peygamberimiz’in doğduğu yıl, Mekke’yi işgal etmek için gelen Ebrehe ile görüşmek için giden Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib’in güzel yüzü, mevzun/orantılı vücudu, kıvrık kumral saçları, düşman komutan Ebrehe’de büyük bir tesir icra etmişti de Abdülmuttalib’in isteğini yerine getirmişti. Hâlbuki Ebrehe, yanına gelen elçilerin isteğini kabul etmek şöyle dursun, konuşmaya bile tenezzül etmezdi. Bir de elçilerin gideceği kişi, kabile, aşiret ve ülke­nin insanlarının örf ve âdetlerini bilmesine de dikkat ediyordu. Gittiği yerin insanlarının dilini bilenleri tercih ediyordu. Yani el­çiyi seçerken; ismine, o ülkenin insanlarının dilini, örfünü, âdetini bilmesine de dikkat ediyor ve öyle gönderiyor. Elçinin en önemli, hatta birinci görevi, İslam’ı tebliğ ve temsil etmesiydi. 2008 yılında Türk cumhuriyetlerinden birine gittiğimde, beraber okuduğumuz bir arkadaşın, elçilikte Diyanet görevlisi olduğunu öğrenince telefon ettim, “Sayın hocam, filan lokantada filan saatte buluşalım” dedi. Buluştuğumuzda, “Neden elçilikte buluşmadık?” dediğimde, “Büyükelçi, sakallı Müslümanları elçiliğin kapısından içeri aldırmıyor” demişti. 1974 yılında Fransa’nın Lyon ilinde, Türkiye’nin fahri konsolosu da bundan beterini yapardı işçilere. Fahri konsolosluk bürosunun önünde yazın güneşten, kışın yağmurdan korunmak için büronun önünde durmamızı yasaklar, büronun gölgesini bu milletten kıskanır, karşı kaldırımda sıra beklememizi emrederdi. Efendi­miz’in hayatında gönderilen Sahabs, Kur’an ve sünne­tin doğrultusunda öylesine şahsiyetli yetişmiş ki, devlet politikası olarak ne yapılacağını çok iyi bilmektedir. Yani, her an fikir değiştiren, kendine ait fikri olmayan bir elçinin hep kanaat değiştirmesi neden kaynaklanır? Devletin oturmuş bir politikasının olmamasından kaynaklanır. Ama Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in siyaseti Kur’an’la tayin edilmiştir. Değişeceği yok, kıyamete kadar da değişmeye­cektir. Öyle olunca sahabe ruhuna, hücrelerine kadar emi­yor Kur’an’ın siyasetini ve üç aylık mesafeye gidiyor. Tele­fon yok, telgraf yok, bir elçi gönderilecek olsa üç ayda gi­decek, üç ayda dönecek. Altı ayda geri gelecek yani. Veya iki üç ayda gidip gelecekler. İran’a kadar gelecek, İran’dan geri dönecek: “Efendim, böyle mi dediniz? Peki onu Pey­gamberimiz’e bir sorayım” koş, hemen Medine’ye! Öyle değil. Sahabe şunu biliyor, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bu soru sorulsaydı nasıl cevap verirdi. Kur’an’ın dışında ce­vap vermezdi. Kur’an’da benim yanımda Kur’an’ı, yani İslâm devletinin dış politikasını gayet iyi biliyor. O da değişmez. Orada, kendisi Efendimiz adına anlaşmasını yapıyor, Efendimiz adına söz veriyor. Efendimiz adına bazı şeyleri reddediyor. Almış olduğu kararlar da doğru çıkıyor. Yani oturmuş politikası olan devletlerde bugün de mümkündür bu. Elçiyi gönderirsin, orada İngiliz’i, Yunan’ı dinlersin, durumuna göre tavrı da kendin alırsın. Hani karpuz kabuğu olur, denizin üzerinde veya başıboş sahipsiz bir sandal, rüzgâr ne yana eserse o yana gider. Böyle olmamak lazım. Düzenli bir politikamız olmalıdır. Dünya yaratıldığı günden beri havasıyla, suyuyla topraktan çıkardığı gıdasıyla, bütün canlı ve cansız diye adlandırdığımız şeyleri, düzenli bir şekilde devam ettirenin koyduğu hükmüne çağırmalıyız bütün insanlığı.

Devamını Okumak İçin Tıklayınız