Dosdoğru Bir Yol
Başbuğ Alparslan Türkeş’ten Lider Devlet Bahçeli’ye Ülkücü Çizgi: “Dosdoğru Bir Yol” Dr. Turan Şener Milliyetçi düşüncenin siyasi alandaki varlığı 1946 yılında Fevzi Çakmak önderliğinde kurulan Millet Partisine kadar dayandırılmaktadır. Millet Partisi, daha sonra Cumhuriyetçi Millet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi isimleriyle devam etmiş ve Alparslan TÜRKEŞ genel başkanlığında, Türk Milliyetçiliğini doktrinel bir anlayışla ele alıp toplumsal meselelere siyasal anlamda çare arayan Milliyetçi Hareket Partisi’ne dönüşmüştür. Bu tarihsel derinlikten bakıldığında Milliyetçi fikriyatın Türk siyasal yaşamında oldukça köklü bir gelenekten geldiği, hatta Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti çizgisinin dışında adeta bir “üçüncü yol” olarak mevcudiyetini sürdürdüğü söylenebilir. Milliyetçi Hareket Partisi’nin ellinci yıl kutlamalarında Adana’da gerçekleşen toplantıda Devlet BAHÇELİ’nin şu sözleri bu tarihi mirası açıkça ortaya koymaktadır; “Partimizin yaşı ellidir, siyasetimizin yaşı yetmiş birdir. Dava'mızın yaşı ise Türklüğün yaşı ile yaşıttır ve eşittir.” Kökü düşünce olarak binlerce yıl ötelere giden, siyasi alanda ise neredeyse cumhuriyetle yaşıt olan bir hareketin elbette mücadelesi de bir o kadar köklü, derin ve hatta destansıdır. Verilen siyasi mücadele, yaşamsal dayanağı aldığı oy oranıyla sınırlı, sıradan bir kitle partisi ölçeğinde değerlendirilmemelidir. Türk tarihinden beslenen bu siyasi çizgi sadece basit, somut iktidar olma hedefini amaçlayan siyasi manevralarla anlaşılmaya çalışıldığında elbette manasız kalacaktır. Osman Bölükbaşı’nın “Biz bu memlekette hiçbir hizmet etmesek bile, bir hizmeti yapacağız. Hiç olmazsa sözüne ve sebatına sonuna kadar güvenilir siyaset adamlarının bu milletin bağrından çıktığını, bu milletin vicdanında istikbalin bir teminatı olarak yaşatacağız.” sözleriyle ortaya koyduğu hedefin izdüşümü Başbuğda belirmişti. Başbuğ, buradan başlamıştı mücadeleye ve güvenilir siyaset adamlarının da çıktığını göstermişti bucak bucak Anadolu’nun dört bir tarafına… Başbuğdu o… Türk Milletiyle kaderi birleşen Ülkücülerin Başbuğluğundan, belki de ölümünde hemen bütün Türk Milleti’nin, kendini bu Milletin bir ferdi hissedenlerin, en azından bu Milletle bir derdi olmayıp kader birliği yapanların Başbuğu olarak göçmüştü, Siyasette kırmızı çizgileri vardı her Ülkücü gibi ama Türk Milletine rağmen siyaset yapılmayacağının en önemli örneklerini de o vermişti belki de… Ülkenin en ihtiyaç duyduğu zamanlarda bütün siyasi mücadeleleri bir kenara bırakıp ülke için bir araya gelebilmeyi göstermişti Türk Siyasetinde… Literatürde ‘uzlaşma kültürü’ denilen bu durumun vücut bulmuş haliydi Başbuğ… Ondandı pek çok yetkilinin önce Ona danışması, ondandı Ona sorulamadan önemli meselelerde bir adım atılamaması… Emaneti taşıyan Lider Devlet BAHÇELİ’nin siyasetini daha doğrusu dosdoğru bir Ülkücü Türk Milliyetçisinin dava bilinciyle yürüdüğü yolu Başbuğa bakarak okumak aslında en kolayı, anlamadığını iddia edenlere de Başbuğ dan beri yürünen yolu göstermek en kolayı… Lider Devlet BAHÇELİ’nin, Başbuğ’un yolundan sapmadan ok gibi hedefe yürümektedir. Bu yolu elli yıl sonra Devlet BAHÇELİ; “Ülkümüz, Büyük Türk Milletini, Ona farklılık, anlam ve değer kazandıran; tarihin derinliklerinden terkip yaparak getirdiği, dil, gönül, ahlak, inanç, akıl ve vicdanda taşınan muhteşem değerler manzumesini, bir kutlu emanet olarak köklerinden kopartmadan, anlayıp, kavrayıp koruyup, geliştirerek, insanlık var oldukça sonsuza kadar yaşatmaktır. Bu yüksek değerleri temsil etmesini hedeflediğimiz milli devletimizin, Türklük, İslamlık ve insanlığın barış, huzur, adalet ve esenliği için, yeryüzünün en güçlü devleti olmasına çalışmaktır. Milliyetçilik bir millete mensubiyet şuurudur. Türk milliyetçileri Türk milletine hem şuurla hem de emsalsiz bir sevdayla bağlıdır. Bu nedenle klasik politik şablonlara uymayız, çıkar hesabı yapamayız.” sözleri ile tamamlamıştır. Bu sözlerle verilen mücadelenin basit bir iktidar mücadelesi olmadığı ortaya konulmuştur. Ayrıca milliyetçiliğin insanlığın barış, huzur, adalet ve esenliğini tesis edecek olan bir “medeniyet davası” olarak görülmesi gerektiği vurgulanmıştır. Elbette çizgisi oldukça net bir şekilde beliren ve siyasi bir edinim ya da siyasi bir rekabetin ötesinde binlerce yıllık bir var oluşun bir medeniyetin varlık kavgasının anlaşılarak girilmesi gereken bu mücadelede, Her şeyden önce bir inanç ve aşkla bağlılık, Bir gözü karalık, inatçı ruh hali, Sadakat Ve vefa olmazsa olmazdır. İşte bu mücadelenin sahipleri Ülkücülerdir. Binlerce yıllık bir kavgayı omuzlarında taşıyan, Dillendirilememiş yitik sevdalarını kendi kendine yaşamasını bilen, Kendi sevdasını yaşayamasa da, büyük kavgaların sahibi, Çağa meydan okuyan isimsizler, her seslenişleriyle maziyi atiye haykıranlar, Ülkücüler… Liderin dilinden “insanlık mucizeleri” Destansı bir mücadelenin sahipleridir Ülkücüler. Belki de “Bedrin Aslanları” nın ancak sahip olacağı kadar şana sahiptirler ki, Çanakkale’de dur diyen Onlardır… Asla yılmadan verdikleri mücadele aslında sadece ülke içi siyasi bir taraf olmanın ve siyasi mücadelenin ötesinde uluslar arası dengeleri değiştiren etkiler bırakmıştır. Ve her dönemde bu mücadele böyle devam etmiş verdikleri mücadelenin sonucunda kan, gözyaşı, darağacı, ölüm olduğunu bilseler de gözlerini daldan budaktan esirgememişler ve mücadelelerine devam etmişlerdir. Zaman değişiyor, mücadele biçimi ve yöntemleri değişiyor, mücadele edilen piyonlar/aktörler değişiyor; ama Türk milleti ve devletinin varlığını ve birliğini, halde ve atide bekasını korumak ve kollamak için mücadeleye atılan yiğitler değişmiyor: Ülkücüler. Ülkücüler, siyasi arenada o nev-i şahsına münhasır diyebileceğimiz çok özel yerini aldığı tarihten bugüne kadar birçok badireler atlatmıştır. Aslında ateş çemberinden geçilen dönemlerde hep kendi varlığından ve siyasi ikbalinden feragat etmiştir. Dünün iki kutuplu dünyasında ‘ne kapitalizmin uşağı, ne de komünizmin uşağı’ olmayı reddettiği için, görünürde düşman ama perde arkasında el sıkışan kapitalistlerin ve komünistlerin acımasız saldırılarına maruz kalmışlardır. Bu maruz kalışta, geleceğin Milliyetçi Türkiye’sini inşa edecek gencecik yiğitler, arkadaşlarının kollarında şahadet şerbetini içmişler; geride kalanlar ise, gidenlerin arkasından sızım sızım sızlayan yürekler ile tekrar tekrar yemin etmişler, ahdetmişler; vatan yolunda, bayrak yolunda… Gidenlerin arkasından gitmeye… Ve an gelmiş, kızıl kurşunların korkutamadığı, sindiremediği bu yiğitleri, o çok sevdikleri, varlığı, birliği ve dirliği için ölümü göze aldıkları devlet içine yerleşmiş, milletin verdiği yetkiyi, milletin çocuklarına kan kusturmak için kullanan uşak ruhlu zevat, yağlı urganlarla sınamışlar. Yine de yağlı ilmeğe giderken ‘ölümü öldüren’ yiğitler olmuşlar. Ama yine de geçit vermemişler, ‘her türlü emperyalist’ emellere; ve dahi onların içerideki soysuz uzantılarına… Unutulacak mıdır ciğerlerine hava verilerek şahadete koşan yiğit... Ya devletin sözüm ona gardiyanlarının ihanetiyle onlarca hain tarafından devletin hapishanesinde pusuya düşürülüp son nefesine kadar mücadele ederek şahadete koşan Yeşiloğlu... Yazmayacak mı tarih tabutluklarda gençliği çalınan Ülkü neferlerini... Aç bir karınla bir kuru simitle şahadete koşanları... Darağacına korkusuz yürüyen dokuz karanfili... Sürgüleri, kaçakları, gençliği çalınanları... Ülkü denen nazlı güzele sevdalanan bir er yılar mı namerdin kahpe oyunlarından, korkar mı sinsi tuzaklarından… Kırk dörtlerin, altmışların, seksenlerin en kesif saldırıları karşısında ‘malımı, canımı, her şeyimi alsın da Hüda, etmesin vatanımdan ayrı’ diyerek dimdik duran ülkü erleri, yeniçağın getirdiği yeni mücadele alanlarında da tertemiz bir alınla çıkacaktır. Bugün de Türk devletinin varlığına, birliğine ve dirliğine yönelik bu tür saldırılar devam etmektedir. Bugün de Türk milletinin maddi ve manevi tüm varlığına amansız ve hayâsız saldırılar devam etmektedir. Saldırganlığın, sırtlanlığın, kan emiciliğin şekli, yöntemleri ve piyonları/aktörleri değişmiş olabilir, öyle de olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de ‘sıcak çatışma alanları’ ile devam eden saldırılara, kültürel, dini ve ekonomik saldırılar da eklenmiştir. Ama hedef yine aynıdır; Türk Devletinin bekası, Türk milletinin bekasıdır. Şimdilerde sahnelenen oyun, çok daha girift, çok daha kirlidir. Ama yine de bu oyunu bozacak olan, kendilerini dünyanın efendisi(!) olarak görenlere öyle olmadıklarını hatırlatacak/öğretecek olan, yine ülkücülerdir. Beş bin yıllık Türk tarihinin içinden süzülerek gelen tüm bilgi ve birikimin bugünkü ahfadı ülkücülerdir. Bu bilgi, tecrübe, irfan, kutlu seziş melekesi, ülkücüleri tarihi tekrar tekrar yazacak güce ve kudrete taşımaktadır. Sadece Türkiye’nin değil, sadece Türk dünyasının değil, dünyanın geri kalan tüm mazlumlarının da umudu ve gür sesi olacak yegâne ruh, ülkücü şahsiyetlerin yürek atışlarında yankılanıp durmaktadır. Gün olur, bu yüreklerin topluca vuruş sesleri, tüm emperyalist hülyaları kabusa çevir; yer yüzüne yeniden adaletin ve nizamın hakimiyetini ilan eder. Uzak değildir. Tüm bu kaosun ve keşmekeşin ortasında bu hayâsız ve ahlaksız saldırılara karşı yürütülen mücadeleleri ne bir taltif, ne bir paye ne bir menfaat uğruna yapmadı, yapmıyor, yapmayacak ülkücüler. Ülkücü mücadelenin temelinde yatan gerçek saik, vatan aşkı, millet sevdasıdır; riyaya bulanmamış tertemiz imandır. Bilinmek, övülmek, takdir edilmek, maddi bir karşılık elde etmek, ülkücü fıtrat ile bağdaşmaz, bağdaşamaz. O yüzden, ülkücüler, vatan ve millet yolunda canını bile seve seve feda ederken tüm beşeri hülasalardan azade Hakk için, Devlet için, Millet için yaptıklarının tarihe kaydı düşülmesini ister; bu da kendi nefsi için değil gelecek nesillere ilham olsun diyedir. Bu çizgi elli yıldır değişmemiştir. Türkiye üzerinde oynan her oyun dün Çanakkale’de olduğu gibi hala Ülkücü bir duruşla bozulmaktadır. Bunu bilenler önce Ülkücüleri ve onların kurumları hedef almakta, Ülkücü Hareketin pasif hale getirilerek ancak Türkiye üzerinde oynanan oyunların neticelenebileceği düşüncesinden hareketle saldırmaktadır. Ama bu saldırılara ülkücüler en tepede Liderden her bir mensubuna kadar “Dava Arkadaşlığı” bilinciyle karşı durmasını bilmişlerdir. Çünkü Ülkücü Çizgi binlerce yıllık köklü bir mirasın yüküyle Şühedaya Vefa bilinciyle hareket etmeyi gerektirmektedir… Devlet BAHÇELİ’nin şu sözleri bu kavgayı bu sadakati bu vefayı ortaya koymaktadır; “Bilmiyorlardı ki ömrümü verdiğim, kırk yedi yılın her zerresinde bulunmaktan şeref ve onur duyduğum Davamı dünyevi hiçbir menfaate değişmem, değişmedim. Çünkü ben merhum Başbuğumuzun hayat boyu yanında durmuş feyzini Türk İslam’ın ruhundan alan, kapı kapı siyasi gezintiye çıkmaktansa paşa paşa ölmeyi göze alacak inanmış bir ülkücüyüm. Kim nasılsa çevresini de öyle görür. Dünya başıma yıkılsa aç kalıp muhtaç düşşem yine namerde el açmam, yine de bu Davadan dönmem, bu emanete leke sürdürmem. Allahtan korkar, Yusuf yüzlülerden utanırım. Benim Genel Başkan olarak sadece bu zamana değil, gelmişe ve geçmişe karşı ihmal edemeyeceğim sorumluluklarım var.” İşte Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ’ten Lider Devlet BAHÇELİ’ye uzanan Ülkücü Çizgi ve vefa… Yararlanılan Kaynaklar GÜNGÖR, Erol. (1999). Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları İstanbul. LİMONCUOĞLU, Alihan (2018). Türkiye’de Üçüncü Yolun Başı; Millet Partisi (1948), Akademik Hassasiyetler Dergisi, C.5, S.10, ss.145-155. https://www.mhp.org.tr/htmldocs/mhp/4493/mhp/Milliyetci_Hareket_Partisi_Genel_Baskani_Sayin_Devlet_BAHCELI__nin_TBMM_Grup_Toplantisinda_yapmis_olduklari_konusma_15_Ocak_2.html https://www.mhp.org.tr/htmldocs/mhp/4507/mhp/Milliyetci_Hareket_Partisi_Genel_Baskani_Sayin_Devlet_Bahceli_nin_Partimizin_Kurulusunun_50_Yili_Munasebetiyle_Adana_da_Duzenlenen.html