HERŞEYİN ÂHİRİDİR ÂH!!!
Yrd. Doç. Dr. Yâsemin AKKUŞ
Âh! Sessiz bir çığlık misâli âh! Yürekleri dağlayan, ömürleri derbeder eyleyen bir sükût misâli âh! Gâh bu âlemden göçmektir âh, gâh yangın yerine dönen bir beddua… Gâh aşka düşmüş gönüllerin sığınağıdır âh, gâh ebedî bir ömre intikâl etmektir…
Nâgâh belâlara gark olmanın hazırlığıdır, âh… Uşşâk makâmından segâh makâmına geçişin perdesidir, âh… Şen şakrak kahkahaları gözyaşlarına tebdil eyleyendir, âh… Kemâle erdiren, huzûr veren, serinleten bir rüzgâr misâlidir, âh… Mazlûmun silahı, garibin yoldaşı, yalnızın sırdaşıdır âh… Velhâsıl-ı kelâm; kifâyetsiz şahsiyetlerin İlâhî makâma şikâyet edilişidir, âh…
Âdemoğlunun dilinden düşmeyen âh, şâirlerin mısralarını dahi renklendirip türlü türlü mânâlarla ikrâr edilmiştir. Şâir Me’âlî, âh ile pâdişâh ve âhir kelimelerini bir araya getirerek mevzûyu kısaca özetlemektedir, aslında. Evvelâ meşhûr mısralara göz atalım:
Tutalım ey dil bugün oldun cihâna pâdişâh
Ana şâd olmak gerekmez âhiridir çünki âh (Meâlî)
“Ey gönül! Farz edelim ki sen bugün cihâna pâdişâh oldun. Bunun için mutlu olmak gerekmez, çünkü sonu âhtır.” Şâir, gönlüne seslenmektedir, aklına değil. Çünkü dünyaya ait olan geçici heveslere daha ziyade gönül meyl eder. Ey gönlüm! Ey ben! Ey heveslerim, arzularım! Diyelim ki sana bugün cihâna hükümdar olma şansı verildi. Her şeyin sahibi ve hâkimi oldun. Sakın! Hazer et! Buna sevinme, ey gönlüm! Her şeyin bir sonu olduğu gibi onun da sonu vardır. Her şeye sahip olsan da cihâna hükümdar olsan da tüm bunların hepsi senin gibi fânîdir. Âh hem ölümdür hem sondur hem de birilerinin günâhıdır. Âh, pâdişâhın son hecesi; âhirin ilk hecesidir. Âh, dünyaya tamah edişin neticesidir. Ve dahi sona erişlerin başlangıcıdır, âhirin evvelidir. Heyhât! Âhir de O’dur, Evvel de O!!!
Bugünlük hevesler, kul olma bilincindeki insanoğluna tesir etmez. Mevcûdâtın sahibini yani Rabb’ini bilen âdem, bu fânî dünyanın sundukları ile iştigal etmez. Gönlü makâm-mevki hevesiyle berbâd olup hevâya karışmaz. Bilir ki günün sonu hesap günüdür.
Aynı mânâları şâir Zâtî şöyle dile getirir:
Tutalım ey ömr sen taht-ı Süleymânsın bugün
Âh u efgân itdüğüm bu âkıbet ber-bâdsın (Zâtî)
Ömrüne seslenir, Zâtî. Ey ömr! Ey fânî ömrüm! Süleyman’ın tahtına, kudretine sahip olduğunu varsayalım. Ne olur ki? Senin için ancak ve ancak üzülür, dertlenirim ey ömrüm! Süleyman da olsan gün gelecek ve elindeki tüm kudret ve güç yerle bir olacak, yele karışacak.
Rüzgâra, hayvanlara, cinlere hâkim olan Hz. Süleyman, Allah’ın verdiği pek çok güçle tabiata hükmedermiş. Süleyman’ın mührü pek tabii bu dünyada kudret sembolü varsayılmış, hatta ‘Mühür kimde ise Süleyman odur.’ sözü ile dillere pelesenk olmuştur. Gel gör ki koca Süleyman tahtını, mührünü, Hüdhüd’ünü, her bir şeyini bırakmış da göçmüştür, bu cihândan. Kaçışı olmayan bir âkıbettir, sana verilen emanetleri sahibine teslim etmek.
Ve dahi insanoğlunun ömrü bir teslimiyet hikâyesidir, aynı zamanda. Teslim oluş ve teslim ediştir. Mevlâ’ya teslim olmakla başlayan ve emaneti teslim etmekle sonlanan bir hikâyedir, bu. O hâlde pâdişâhlığın ne hükmü vardır, bu âlemde? Bugünlük, bu dünyalık güç ve kudrete tamahkârlığın neticesi zelil olmaktan başka bir şey değildir. Müptezel tavırlardan sakınıp liyâkat, adâlet, hamâset, nezâket ve letâfetli hâllerin sirayet ettiği bir Süleyman olamayacaksa âdem, bu işlerden vazgeçmelidir. Velev ki bir mazlûmun âhı erişiverir, tahtın orta yerine. Âhlar semâya ulaşır, nâgâh…